Maliye eski Bakanı ve akademisyen Birikim Özgür, son yazısında ülkenin mali yapısındaki kriz ile ilgili dikkat çeken açıklamalarda bulundu. 2025 yılına henüz dört ay girmesine rağmen bütçe dengesinin alarm verdiğine dikkat çeken Özgür, hükümetin geleceğini ipotek ederek günü kurtarma yoluna gittiğini vurguladı.
Birikim Özgür'ün yazısının tamamı şöyle:
"Yılın henüz dördüncü ayındayız ama ülkenin bütçe dengesi, çoktan alarm vermeye başladı.
Cari harcamalar için 6,5 milyar TL iç borçlanma yapılmış, Merkez Bankası’nın 2026 bütçesine aktarılacak kâr payından da 3 milyarlık bir avans kullanılmış durumda.
Yani devlet, günü kurtarmak için geleceğini ipotek etmeye başladı.
Ve biz yine aynı soruyu soruyoruz:
Maaşlar zamanında ödenecek mi?
Bu sorunun peşinden gelen açıklama ise kamuoyunu teskin etmekten ziyade bir tartışmanın fitilini ateşledi.
Maliye Bakanı Sayın Berova, “ne hükümetin ne de partimizin (UBP) fıtratında maaş ödeyememek vardır” dedi.
Bu açıklama, geçmişte yaşananları unutturma gayretinden öteye geçemeyen, sorumluluğu başkalarına yıkmaya çalışan bir siyasi refleksin dışavurumu aslında.
Peki gerçekten öyle mi?
CTP olarak 2013 yılının yaz aylarında hükümeti devraldığımızda, maaş ve benzeri ödemelerin yerel gelirlere oranı %95’ti.
Bu yapının sürdürülemeyeceği ortadaydı. Elimizi taşın altına koyduk.
Vergi yasalarını yeniden düzenledik, gelirleri artırdık, harcamaları toplumsal huzuru gözeterek yönettik.
Türkiye ile yürütülen ekonomik ilişkilerde, destekleri büyüme hedefleriyle uyumlu hale getirdik.
GSYİH’nin %6,6’sına denk gelen cari harcama desteğini 3 yıl gibi kısa bir sürede %2,8’e kadar düşürdük.
Reel sektöre kaynak aktarımı sayesinde imalat sanayinde ciddi bir büyüme ve istihdam artışı sağladık.
2013 yılında %1,7 olan imalat sanayii büyüme oranımızı 2015 yılında %23,9’a çıkarmıştık.
2012 yılında imalat sanayinde 96.539 kişi çalışıyordu, 2015 yılında ise bu sayı 112.815’e çıkmıştı.
KKTC’deki toplam çalışan sayısı içinde 2013’te imalat sanayinde çalışanların oranı %6,1 iken bu oran 2015 yılında %8’e çıkmıştı.
Yani, sadece kamu maliyesini değil, üretimi ve toplumsal refahı da iyileştirdik.
Tüm bunları yaparken “iğneyle kuyu kazdık” derken mecaz yapmıyoruz; gerçekten de siyasi konforu bir kenara bırakıp sorumluluğu üstlendik.
Ancak her şey bu kadar planlı ve sağlıklı ilerlemiyordu. 2016 yılına protokolsüz girdik.
Savunma harcamaları dâhil olmak üzere pek çok yük yerel bütçeye yüklendi.
Hedeflerimizden bir tanesi de iç borç ödeme planı hazırlayıp bu alandaki kötü gidişatı tersyüz etmekti.
Borçlanarak cari harcama yapmaya değil borçları döndürmeye başlamaya odaklanmıştık.
Aynı zamanda Merkez Bankası kâr payının da cari harcamalar için değil ekonomik büyüme hedeflerimizle ilişkilendirilerek kullanılması ideali doğrultusunda ciddiyetle ve hedef odaklı bir anlayışla çalışıyorduk.
Doğrudur, maaş ödemelerinde kısa süreli bir gecikme yaşandı ama sadece üst gelir grubundaki memurlar için.
Mart 2016 dönemi personel ödemelerini yaparken 40.388 kamu çalışanından 4.000 TL’nin üzerinde maaş alan 9.951 tanesine maaşlarının %40’ını 5 Nisan 2016 Salı günü yani hafta sonunu saymazsak iki gün sonra ödemiştik.
Bu gecikme, bizim açımızdan protokol sürecini tamamlamak adına kazanılmış bir zamandı.
Fakat o dönemde koalisyon ortağımız olan UBP, bu durumu siyasi fırsata çevirmekten çekinmedi.
Kendi sorumluluğunu yok saydı, süreci baltaladı ve protokol imzalanmadığı için doğan sorunları bize mal etti.
Sonrasında, halkı ve Türkiye’yi bu durum üzerinden manipüle ederek hükümetten çekildi.
Yeni hükümeti kurar kurmaz da mali disiplini zedeleyecek düzenlemeleri hızla devreye soktu.
Cumhuriyet Meclisine havale edilen ilk yasal düzenleme ile bir kurumumuzdaki maaşları artırdı.
Gözümüzün içine baka baka “bu ülkede siyaset öyle değil böyle yapılır” diyorlardı.
Krizin fıtratında UBP vardı.
O noktadan sonra artık tren raydan çıkmıştı.
Ülkenin dermansız bir hastalığa tutulduğunu ve statükonun aslına rücu etmesinin bize en az 10 yıl kaybettireceğini hissediyorduk ama elimizden bir şey gelmiyordu.
Çünkü yıldızlar bir türlü dizilemiyordu.
Bugün geldiğimiz noktada, geçmişte büyük emeklerle yerel gelirlerle mahalli giderleri karşılama noktasına getirdiğimiz mali yapı, yeniden derin bir krize sürüklendi.
UBP’nin on yıldır imzaladığı protokollerde yer alan yapısal reformların neredeyse hiçbirini hayata geçirememiş olması tesadüf değil; bu, tercih edilen bir yönetim anlayışının sonucu.
Reform diye halka sunulan tek şey, belediye sayısını azaltmak ve artan vergilerle yurttaşın omzuna daha fazla yük bindirmek oldu.
Üstelik enflasyonist baskılar altında ezilen mali yapı, kötü yönetim ve disiplinsizlik nedeniyle daha da kırılgan hale geldi. Ana kalemlerde enflasyonun da üzerinde artış yaşanmasına yol açan acemilikler sonucunda bugünkü vahim tablo oluştu.
Ve bugün, devletin borçlanarak günü kurtarmaya çalıştığı bir düzende, Maliye Bakanı hâlâ “bizim fıtratımızda maaş ödeyememek yok” diyebiliyor.
Demeye getiriyor ki “biz riyakâr davranmaktan gocunmadan yapmayacağımız işlerin altına imzamızı atıp Türkiye’yi kandırmasını biliriz ve mali destek almayı başarırız”.
Evet, ortada bir “fıtrat” meselesi var.
Ama bu mesele, maaş ödemekle ilgili değil; siyaset yapma biçimiyle ilgili.
UBP’nin fıtratında, günü kurtarmak için Türkiye’ye verilen sözleri tutmamak, sonra da suçu başkalarına atmak var.
Kendi hatalarını başkalarının omzuna yıkmak, sorumluluktan kaçmak var.
“Ana muhalefet dönemi” diye tabir ettiğiniz dönem SİZİN DE döneminizdi. Eşit ortaktınız.
Pekâlâ protokolün daha zamanlı şekilde imzalanabilmesi için çaba sarf edebilirdiniz.
Dönemin Maliye Bakanı olarak Başkanınıza protokolün önemini ve meselelerin halli için dengenin kurulmasına katkı sağlaması gerektiğini söylemiştim.
Koskoca UBP Genel Başkanı eşit ortağı olduğu hükümetin bir protokolü imzalamasını sağlayamadı ama günah keçisi başkası, öyle mi?
İşin en hazin tarafı, bu anlayış yüzünden bedel ödeyen, her zamanki gibi halk oluyor.
Ama Kıbrıs Türk halkı, tarih boyunca çok şey yaşadı.
Sabretti, direndi, onurunu her şeyin önünde tuttu.
Şimdi de aynı kararlılıkla yeni bir yol arıyor.
Bu ülke artık, günü kurtaran değil geleceği planlayan bir yönetime ihtiyaç duyuyor.
Toplumun tüm kesimlerini kucaklayacak, birlikte karar alabileceğimiz kolektif bir yapının inşa edilmesi kaçınılmaz.
Mali yapının yeniden inşası, ekonomik üretimin güçlendirilmesi, devletin ve halkın itibarının onarılması için başka bir seçeneğimiz kalmadı.
Bu zorlu sürecin dayatmalarla değil akıl yoluyla ve işbirliğinin önemini hep hatırda tutarak ilerletilmesi haricindeki tüm alternatifler tüketilmiş durumdadır.
Gidilecek köyün minareleri görünmüştür.
Şimdi sorulması gereken tek soru şu:
Fıtratında gerçekten bu ülkeyi sevmek olanlarla yeni bir başlangıç yapmaya hazır mıyız?"