Lefkoşalı’nın bildiği adıyla Gürses Hoca’nınn 1931’de Baf’tan başlayıp, Lefkoşa’ya uzanan ve onbinlerin son yolculuğuna şahitlik eden anılarla dolu yaşamı… Yaşamını Lefkoşa’da sürdürmesine rağmen içinde her zaman Baf ve Baflıları barındıran bir yürek…

Serkan SOYALAN

Baf’ın Kıbrıs Türk toplumuna kazandırdığı en önemli değerlerden biridir Ahmet Gürses. Elli yılı aşkın bir süre imamlık yapan Gürses, başkent Lefkoşa’nın simgelerinden olan Selimiye Camii’de de başmüezzinlik yaptı.

8 Mart 1931’de Kasaba’da doğan Ahmet Gürses, imamlık mesleğinde, on binleri son yolculuğuna uğurlarken, bu kutsal görevle de yüz binlerin acılarına ortak olmuştur.

Ahmet Gürses, genelde Kıbrıslılarca “Ahmet Hoca” olarak bilinse de, benim dedem olarak da dünyaya gözlerimi açtığım andan itibaren hayatımda önemli rol oynayan kişiliklerdendir.

İbrahim olan adı Ahmet oldu

Gürses Hoca, yaşanan talihsiz bir olayla, doğumunda kendisine verilen büyük dayısının İbrahim olan ismini çok fazla taşıyamayacak ve adı Ahmet olacaktı. Gürses o günleri şöyle anlatıyor;

“Benim büyüğüm olan Ahmet ağabeyim ilkokul çağındayken, bir gün öğretmenler ağabeyime baklava ikram ettiler. Ağabeyim Ahmet, öğretmenlerinin kendisine baklava ikram ettiğinin ertesi günü kahveye giderek babam Veli Kaptan’ı bulur. Babamdan kendisine iki şilin vermesini ister. Babam ‘Parayı ne yapacan?’ diye sorunca da ağabeyim ‘Dün öğretmenler bana okulda baklava ikram etti, bugün de ben onlara baklava ikram etmek istiyorum.’ diye cevap verdi. Baf’ta herkes Veli Kaptan dendiğinde titrermiş. Ağabeyim Ahmet, iki şilini alır ve öğleden sonra koşarak okula gider ve ‘Bütün öğretmenlerime baklava ikram ediyorum’ der. Hademe baklavayı getirdiğinde orada acı bir olay meydana geldi. Ağabeyim kendisine verilen baklavayı ağzına koyduğu esnada, başı masada yanında oturan öğretmenin kucağına düştü. Fenalaştı. Öğretmenler bir panikle ağabeyimi kaldırdılar, baktıklarında ağabeyimin ağzında baklava çatalın üzerinde, ağzı kilitlenmiş bir şekildeydi. Öğretmenler babamdan çok korktukları için kimseye bir şey sezdirmeden, gizli gizli okula doktor getirttiler. Doktorun tedavisinin ardından ağabeyim kısa süre sonra vefat eder. Babam bu olay üzerine çılgına döner. Çünkü ağabeyimi çok seviyordu. Ben o sıralarda yeni doğmuştum. Babama ‘Ahmet öldü, bak yeni Ahmet doğdu’ dediler. O tarihten sonra benim adım Ahmet kaldı. Bu olayın üzerinden 5-6 ay geçtikten sonra, üzüntüsünden babam da hayatını kaybetmişti.”

Veli Kaptan iyi biliniyordu

Ahmet Gürses, babasını pek görememiş, tanıyamamıştı. Ancak Veli Kaptan’ın liman şehirlerinde bırakmış olduğu ismi, Ahmet Hoca’nın her zaman karşısına çıkmıştı. Her daim Veli Kaptan’ın oğlu olmaktan gurur duyduğunu dile getiren Ahmet Gürses, babasının sadece Türkler arasında değil, Kıbrıslı Rumlar arasında da iyi bilindiğini söylüyor.

Gürses Hoca babasının hatıralarının karşısına çıkmasını şu sözlerle anlatıyor: “Ben 18-20 yaşındaydım. Kasaba’dan Poli’ye gittim. Poli’’de rahmetli ağabeyimin eşi ve yengemin dayısı vardı. Bir müddet onların yanında kaldım. Burada hayatım boyunca hiç unutamayacağım bir olayla karşılaştım.

Burada dizlikli bir Rum’la karşılaştım. Bana ‘Nerelisin?’ diye sordu. Ben de ‘Baflıyım’ dedim. Sonra ‘Kimin oğlusun?’ dedi, ‘Veli Kaptan’ın’ deyince, Allah ismine yemin ederim, karşımda ağlamaya başladı. Biraz sakinleşince, ‘Babam için neden ağlıyorsun?’ diye sorunca da ‘Ben babanın ekmeğini çok yedim. Babanı çok seviyorum’ dedi.

Poli’nin Laçça diye bir limanı vardı. Babaö gemisiyle Baf’tan Laçça’ya sık sık yük götürürmüş. Bu yük taşıma işini yaparken de yanında çok kişi çalışırmış. Çok kişiye ekmek kapısı sağlarmış. Bu Kıbrıslı Rum da babamın yanında çok çalışmış ve çok para kazanmış.”

Hüseyin Veli Kaptan

Dört kardeş olan Ahmet Gürses’in, en büyük ağabeyi Hüseyin Veli Kaptan’dı. Ağabeyini bir de Ahmet Gürses’in ağzından dinleyelim: “Hüseyin Veli Kaptan, dört kardeşin en büyüğüydü. O dönemde İngiliz ordusuna yazılanlar oluyordu. Ağabeyim de gitti kayıt yaptırdı ve İngiliz ordusuyla Mısır’da askerlik yapmıştı. Ağabeyim çok sinirli, çok kabadayı bir insandı. Baf’ta cesurlukta sadece iki üç kişi vardı onun gibi.”

Kardeşinin ve babasının vefatıyla annesiyle birlikte Lefkoşa’ya yerleşen Ahmet Gürses Hoca, çok genç yaşlarda imamlığa başlar ve camilerde görevler alır. Meriç köyünden Neriman Hanım ile evlenen Gürses’in bu evlilikten 8 çocuğu olur.

Ahmet Gürses Hoca, yaşamını her ne kadar Lefkoşa’da kursa da içinde her zaman Baf’a karşı bir özlem barındırmaktadır. Her fırsatta Baf’taki güzel anılarını yad eder. Baf Kalesi’ni, limanı, Türk mahallesini ve Baf’taki camileri anlatır.

Güney’e geçişler açıldıktan sonra, birçok kere birlikte de gittik Baf’a, her gidişimizde Ahmet Hoca’nın gözleri dolu dolu döndük Lefkoşa’ya.

Baf’a birlikte her gidişimizde bir rehber gibi gezdirdi bizi Ahmet Gürses Hoca, sokak sokak, cadde cadde…

Baf Kalesi

Gürses Hoca Baf’ı anlatırken; “Baf’ta anam vardı, ağabeyim vardı, kardeşlerim vardı. Güzel anılarım vardı. Baf’ta akşamüzeri Mutallu’dan sonra Vikla diye bir burun var, geniş bir kayadır. Kayayı geçer geçmez denize güneşin gurub edişini seyretmek çok güzeldir.

Türkler oraya çok güzel de bir kahvehane yapmışlardı. Aşağısında da düz ovalar ve kral mezarları vardı. O ovaların içinde de epeyi çiçek lahanası vardı. Baflılar çiçek lahanasına ‘garnabit’ derlerdi.

Baf Kalesi’ni Hafız Ahmet Efendi yaptırmıştı. Kalenin ön kısmında büyük kayalar var. Zamanla deniz dalgalı olduğunda o kayalara çarpar ve fırtınalı olur. Arkadan ise denizin suyu çok az olur. Rahmetli ağabeyim anlatırdı. Babamla sefere çıkmışlar bir keresinde, dönüşte çok sis varmış. Göz gözü görmez. Az kalsın gemiyi kaleye çarpacaklarmış. Borazan dedikleri büyük borular varmış, onu çalarak kurtulmuşlar.”

Ahmet Hoca’nın anlatımından da yola çıkacak olursak, Baf Kalesi’ne Akçakale de derler. Kaleyi 1592 yılında Kıbrıs’a atanan 13’üncü Beylerbeyi Hafız Ahmet Paşa, Baf Limanı’na inşa etmişti. Kalenin şu anki yerinde önceleri duvarları harabe halinde, yıkık dökük başka bir kale daha vardı.

Büyük Baf Depremi

Ada 1953’te Baf Depremi ile sarsılır. 10 Eylül’de meydana gelen ve merkez üssü Baf olan depremde, yaklaşık 60 kişi hayatını kaybederken, 4000 kişi de evsiz kalır. Ahmet Gürses de depremi duyar duymaz Baf’ta kalan yakınlarını görmek üzere yola düşer ve Baf’a gider.

Gördüğü manzara karşısında yoğun üzüntü ve korku yaşar.

“1953 depreminden sonra, telefonlar kesildi ve Baf’tan haber alamadık. Ben Lefkoşa’dan yalnız başıma çıkıp Baf’a gittim. Misuri’ye gelince, bir baktım asfalt yollar yarılmış, arabalar bu yarıkların arasından lambur lumbur geçerdi. Allah’ım, ne hal olduğunu size şimdi anlatamam! Baf’a varır varmaz doğruca bizimkilerin evine gittim. Eve vardığımda evde kimseyi bulamayınca şok oldum. Meğer herkesi alıp çadırlara götürmüşler.

Zamanın Lefkoşa Polis Kumandanı’nın kızı Baf’ta bulunan akrabalarının yanına gitmişti. Yukarıki Camii’nin yanında bulunan evde, iki akraba kızı yan yana yatırlardı. Evin yanında da çok büyük, iri gövdeli bir çitlembik ağacı vardı. Deprem o kadar kuvvetliydi ki, o koca ağaç kökünden sökülüp evin üzerine düştü ve uyuyan o iki kız evin altında kalarak rahmetli oldu. O polis kumandanı da çok samimi ahbabımdı. Çok üzülmüştüm.”

Depremden sonra Akdeniz’de bulunan Britanya gemilerine deprem bölgesine yardım etmeleri emri verildi.

Depremden sonra artçı sarsıntılar devam ettiği için, daha güvenli olan bölgelere çadırlar kurularak, bölge halkı güvenlik altına alındı.

Ayrıntılı metin:

Dedem Ahmet Gürses / Serkan Soyalan, 2016