Kıbrıs’ta bir çözümü arzulamamızın önde gelen sebebi nedir?


Bu yazacaklarımı çeşitli defalar tekrar etmiş olabilirim... Kıbrıs’ta yazı yazdığım gazetemde de sık sık dile getiririm... Ancak, çok önemli olduğu ve bilinmesi gerektiği inancındayım... 

Kıbrıs’ta 1958 yılında veya bazılarına göre 1957 yılında kurulan Türk yer altı teşkilatının bir tek amacı yoktu... 

Yürekleri vatan ve millet sevgisi ile dolu bir grup inançlı Kıbrıslı Türk’ün hedefi ya da hedefleri ile örneğin bu yer altı teşkilatını kuran Türkiye’deki derin merkezlerin hedefleri çok farklıydı... 

Hatta, yer altı teşkilatını kuran Türkiye’deki derin merkezlerle, onların hiyerarşik anlamdaki bir üstü olan Amerikan istihbarat veya derin merkezlerinin hedefleri de çok ama çok farklıydı... 

Rumlara ait yer altı teşkilatı EOKA 1955 yılında kurulurken de durum farklı değildi... 

Artık bir çok kaynak çok iyi biliyor ve yazıyor; şehir efsanesi değil bu yazdıklarım... EOKA’nın da en derinde kuruluş emrini veya arzusunu ifade eden Amerikan çıkarlı istihbarat birimleriydi... Buna illa ki CIA demek doğru değil... 

Neydi Amerika’nın hedefi?

 “Çıkarı olabilecek hiç bir coğrafyaya Sovyetler Birliği’ni yaklaştırmamak”... 

Amerika, Sovyetler’i engellemek için, sadece milliyetçi ya da dinci ideolojileri kullanabilirdi... Ve öyle yaptı...  

Amerika; örneğin Kıbrıs’ta veya dünyanın başka ülkelerinde toplumların birbirini kırmasını, öldürmesini umursamıyordu... Umursasaydı; örneğin şu anda Sudan’da on binlerin bıçaklarla kesilmesini engellerdi ki bu da ayrı mesele... 

Kıbrıs üzerinde zaman zaman hedefler çakıştı; zaman zaman çatıştı... 

Her alt birim; kendi mikro çıkarlarını korurken, üsttekilerin makro çıkarları ile çatışmış olabilir ama sonuçta hedef başarıldı... Sovyetler asla Ada’ya yaklaşamadı... 

Türkiye’nin derinliklerinin hedefi neydi? En başta “Kıbrıs’ın istirdatı”ydı... İstirdat Projesi... Yani, 1878 – 1914 – 1923 üçgeninde yitirilen stratejik ve milli değerdeki Kıbrıs’ın geri alınması... En azından yarısının... Bu da başarıldı... 

Ve tutulması da şarttı... Bir şekilde, elde edilen “yarım Kıbrıs”ın elde kalması gerekiyordu... 

Yıllarca bu amaçla propaganda yürütüldü... 

En kötü ihtimalle Kıbrıs’ın en azından yarısının “Türk Yurdu” olduğu mesajı verildi... Ve bu propaganda çalışması çok başarılı oldu... Türklük; Kıbrıslılığın önüne geçti... 

Ama bu propagandadan çok daha başarılı olan, Ada’daki Rum toplumu içerisindeki “Elen Yurdu” propagandasıydı... Güneyde Elen olmak, Kıbrıslı olmaya neredeyse fark attı... Kıbrıs Ulusal Futbol Takımı’nın maçlarında bile Yunan bayrakları asıldı... Hala asılıyor... Rum öğretmenlerin büyük çoğunluğu öğrencileri ırkçı bireyler olarak yetiştirmekten gurur duyuyor... (Bizde bu aşıldı en azından)... 

Kıbrıs; Amerika’nın ve bölgedeki dostlarının çıkarları doğrultusunda “Elen” ve “Türk” diye etnik iki büyük parçaya ayrıldı... İstenildiğinde bu iki parça çatıştırıldı; ölümler oldu... İstenildiğinde ortadan ayrıldı; ölümler durdu... Şimdi istenilirse, istenildiği gibi bir anlaşma da yapılacak... 

Acı olan nedir?

Acı olan; tarih boyunca var olan “başkalarının çıkarları”; II. Dünya Savaşı sonrası daha da ayyuka çıktı ve hiç “Kıbrıslı çıkar” olmadı... 

Kıbrıslıların çıkarları değil, önce İngilizlerle Amerikalıların ya da NATO ve kapitalizmin çıkarları geliyordu... Sonra da bu çıkarların korunması amacıyla, Elen ve Türk çıkarları... Kıbrıslılar hiç yok?

Rum ve Türk toplumlarında Elenizim ve Türkçülük çıkarları hep canlı tutuldu... Bu uğurda, örneğin bizim toplumda milliyetçilik gazı tükendiği zamanlarda ciddi rüşvetler de verildi... 

Mesela, çok seçkin bürokratik – teknokratik – diplomatik - politik kişiler yaratıldı... Bunlar hep öne sürüldü... Çok güzel maaşlar, mevkiler, makamlar, emeklilikler, ikramiyeler, eşdeğerler dağıtıldı bu kesime... Hatta ciddi yolsuzluklar yapmalarına dahi göz yumuldu... Sağdan çoğunlukla ama soldan da... Sağdan olanları hep anladım ama soldan olanları anlamakta hala zorlanıyorum... 

Bürokrat, teknokrat, diplomat ve politikacı elitlere sağlanan maaş ve emeklilik olanakları ile olası “muhalefetin susturulması” da hep başarıldı... 1990’lara kadar çok rahat oldu her şey... Muhalefet güçlendiği ve iktidara geldiği anlarda, “soldan seçkin avantacılar” yaratıldı ve yine statüko korundu... 

Şimdi, eski alışkanlıklar, eskiden alınmış eğitimler nedeniyle olası her tür anlaşmaya karşı bir kesim vardır... 

Bu kesim hala “vatan elden gidiyor”, “bizi satacaklar”, “bizi satıyorlar”, “çocuklarım – torunlarım Türk bayrağı altında yaşamalı” gibi haykırışlarla karşımıza çıkıyor... 

Dün neredeyse ana – avrat küfrettikleri kişilerin yanında yer alanlar mı istersiniz; “aman çözüm olmasın” diye zor yürüyor olmalarına rağmen, havada takla atmaya çalışanlar mı istersiniz?

Tek bir endişeleri var bunların aslında... Alıştırıldıkları yüksek maaş – emeklilik – mevki – makam “mammasının” gitme endişesi... 

Her şey bir yana; yaşam kalitemizin yükseleceği; demokrasimizin düz yola gireceği, insan haklarının “insan hakkı” olacağı gerçeği bir yana; sadece statükocuların korku ve endişeleri bile çözümü arzulamamızın önde gelen sebebidir...