Haber ve Fotoğraflar: Melih SULAR


Bir şehre girdiğimde aradığım ilk önce “Tarih ve Kültür” olmalı diyorsanız; Rotanızı mutlaka Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin tarihle iç içe yaşayarak bugünlere gelmiş, binlerce yıllık kültürel yükünü tarihi bir sorumlulukla arttırmış Gazimağusa kentine çevirmelisiniz diyorum.
Lüzinyan döneminde Mağusa olarak adanın en önemli ikinci şehri olan ve Frenkler tarafından “Famagusta” olarak tanınan bu şehir; halen halk dilinde sokaklarda, günlük yaşamda ve adını sayamadığım bir çok yerde “Magosa, Mağusa, Gazimağusa ve Famagusta” isimleriyle kimlik arayışına devam ederken, çok kültürlülüğün vermiş olduğu; eskinin ve yeninin iç içe yaşadığı bir şehir olgusunu vermektedir.
Şehri gezmeye ve elinizdeki haritayı incelemeye başladığınızda; bu kadar küçük gibi gözüken ve dörde katladığınızda arka cebinize sığan bir haritada onca tarihi eserin ve kültürel değerin sığıştığını fark edip, gözlerinizdeki şaşkınlıkla beraber bu şehri yaşamaya başlarsınız.
Eğer eskiye dair tarihin arka odalarındaki gizli sırları seviyorsanız, yanınızda bir rehber olmasa bile bu şehrin size yavaş yavaş verebileceği, fakat yalnızca sizin gün yüzüne çıkartabileceğiniz muhteşem anılarınızın ve hikâyeleriniz olacağına şimdiden emin olabilirsiniz.
Tıpkı bu şehirde benim başıma gelenler gibi. Aslında yeni bir şehri gezmeye ve tanımaya başladığım o anlarda; ilk dikkatimi çeken o şehrin kapıları ve pencereleridir. Çünkü tüm yaşayan ya da yaşamış kültürlerin ilk sırlarını kendimce buralardan bulurum. Kapıların ve pencerelerin renkleri oralardan girip çıkanların yaşamlarının renkleri gibidir. Gerçekleri söylemek gerekirse hepsinin şekilleri veya materyallerinin tahta, taştan ya da metalden olması, yaşanmışlığın anlatmak istediği birçok sır ve hikâye ile dolu olmasındandır. Onların mimarideki duruşları, aksesuarları ile o şehrin coğrafyasından tutunda iklimine kadar birçok sırrın anahtarı olurlar.
Tıpkı bu şehirde benim yaşamış olduğum gibi. Giriş Kapısında kocaman “Port Of Famagusta” yazan liman kapısından çıkışımla hakkında hiçbir şey bilmediğim yeni bir şehre girişim… Kocaman bir deniz fenerinin gölgesinde bulunan Osmanlının fethinin resimleri ve figürleri ile dolu duvarlardan, şehri koruyan surların 14 kulesinden birisi olan ve kale içi dedikleri bölgeye Canbulat Kapısından geçişim.

Hakkında hiçbir şey bilmediğim ve sonralarında öğrendiğim Gazimağusa’yı çepeçevre çevreleyen; uzunluğu 3 kilometreyi bulan, yüksekliği 18 metre ile 9 metre arasında değişen, surların dış kısmında genişliği 46 metreyi bulan hendeği ile birçok burçlar, rampalar, kapılar, mangallar, cephanelikler, depolar ve ahırlarla ile donatılmış Lüzinyan surlarında kendimi bulmam...

Hikaye gezgini çeker derler ya işte böyle bir şey…
İlkbaharın gelişini ılık bir rüzgâr ile haber veren yeşillerin, masmavi bir gökyüzü ile birleştiği surların üstünde yeni bir şehir gezisini bana müjdeleyen bu tarihi şehirde ilk dikkatimi çeken; limana yakın duran ve surların en alçak yeri dahil şehrin her yerinden gözüken “Lala Mustafa Paşa Camisi” eski adıyla “St.Nicholas Katedrali” oldu. Şehrin tarihle iç içe gelişen yapısı bir yana dursun. Binlerce yıllık hikâyeyi sırtlandığını şimdiden düşünmeye başladığım bu yapı; Gotik mimarisiyle katedrale uygun yapılmış minaresinden çıkan ezan sesini surlarda bulunan bana kadar getirerek, tüm ilgimi çoktan çekmişti bile.

İçimde ki olgu şuydu. Bu yapı; bu şehrin kalbi olmalıydı. Sanki tüm yapılar onun çevresinde, ona göre dizayn edilmiş ve onunla beraber ona saygı duyularak inşa edilmişti. Şehri çevreleyen surları tamamen gezip başladığım noktaya geldikten sonraki ilk durağım burası olacaktı. Bundan çok emindim.

Başlangıç noktama surları tamamen gezerek döndükten sonra surlardan indiğim merdivenler ayaklarımı; biraz ileride bulunan ve hemen sonra dikkatimi çeken Humus Çorbacısına götürdü. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber Kıbrıs kültürüne özgü Kişniş tohumu, zeytinyağı, sarımsak ve çakıstes zeytininden yapılmış yeni bir lezzeti humus çorbasıyla beraber tattıktan sonra. Rotamı St.Nicholas Katedrali’ne yani Lala Mustafa Paşa Camisi’ne çevirdim.

Şimdi ise Luzinyan döneminde gotik mimariyle yapılmış ve birçok kral kraliçenin taç giydiği eşsiz yapının önünde öylece kalakalmıştım. Hikâyemin birden buraya yönelişinin bir sebebi olmalıydı diye düşünürken. Lala Mustafa Paşa Camisini ayrı bir sunum olarak yapmaya şimdiden karar vermiştim. Şehrin en önemli anıtı birçok turistin gezisine kabul görürken beş vakit ezanın sesini kulaklarımdan hiç eksik etmemişti. Halen faal bir cami görüntüsündeki bu yapının ilginç bir tarihi olduğu gözümün önündeki tablodan çok belliydi.

Yolculuğumun bundan sonraki en önemli duraklarından birisi olan bu yapının buraya tekrardan dönüş sebebim olacağından şimdiden çok emindim. Çünkü gezginin aradığı hikâye, şehirle odaklanmış bu kutsal anıtın hikâyesiyle yüzyıllar boyu kutsandığından çok inanılmaz bir enerjisi vardı. Toprak rengiyle mavi kırçıllı bulutların önünde her ressamın ya da her fotoğrafçının hayallerini süsleyen engin bir endamla duruyordu.

Bu büyük yapıtın içine girmeden Namık Kemal meydanında biraz gezindikten sonra 1298 yılında katedralin inşaatına başlanıldığı yılda ekilen ve o zamandan beridir dimdik ayakta duran bu tropik incirin yani tarihi “Cümbez Ağacı” gölgesinde bir bankta şehrin kalbini dinlemeye başladım.

Damarlarındaki suyu 716 yıldır caminin köklerine salan hakkında binlerce rivayet olan bu ağacın gizlenmiş hikâyelerini ve camiyle olan ilişkisini fotoğraflamaya çoktan başlamıştım.

Biraz araştırdıktan sonra bu büyülü yapıtın bu şehrin genel tarihiyle çok bütünleşik olduğunu ve neden burasının bu şehrin kalbi olduğunu anlamaya başlamıştım bile. Kralların, kraliçelerin, soylu kişilerin, komutanların tarihte bu şehri ilk ele geçirdikleri andan itibaren bu yapıya sahip olmak istemelerini şimdi anlamıştım.
Şehrin kalbini fotoğrafladıktan sonra sur içi ya da kale içi denilen bölgede gezmeye devam ettim.

Bu kez sevinç çığlıklarının taraftar melodisi olarak yükseldiği ve ilk kez gördüğüm tarihi surların içine yapılmış bir yanı koltuklarla döşenmiş bir tarafı ise tarihi surlarla bezenmiş Mağusa Türk Gücü takımın stadyumunda buldum kendimi. Bu şehir hiç kimsenin içimde tarif edemediği bir tadı çoktan vermeye başlamıştı.

Kale içi keşif gezisinde ise şunu anlamıştım. Yaşayan bir tarihin içinde bulmuştum kendimi. Bu farklı tonda yaşamanız gereken ve insanı güdeleyen bir durumdu. Sebebi ise şu olmalıydı. Mescit ve camilerin büyük bir çoğunluğunun Kiliseler ve katedrallerden oluşması, Şehrin en önemli mekânlarının hamamların ve benzeri yapıların modern çizgilerde işletmelere çevrilmiş olmasıydı. Tarihi çeşmelerin eski ya da yeni binalarla iç içe olması, kapılar ve pencerelerin kepenkli tarzda yapılması ve yeni yapılanların ise pimapen olmasına rağmen eski yapıların pencerelerine uygun yapılmasıydı. Sur içinin dar ve limon kokan sokaklarıyla bir yandan restore edilmeye çalışan tarihi evleriyle doluluğu ise gözümden kaçmamıştı.

Kısacası dönüp dolaşıp Namık Kemal meydanına uzanan gezilerim; her seferinde tarihle yıkanan iç huzurumu bulmuş, çayımı her yudumlayışımda ise nefesimi içime çekerek geçmiş tarihte yaşanan savaşları düşünmeme sebep olmuştu.

Şunu unutmadan eklemek isterim. Bu toprakların çok kültürlülüğüne saygı duyulması gerekliliğini sürekli dile getirip, dillendiren birisi olarak; geriye kalan kalıntıları arasında tarih kokan çok özel günler geçirdim.

Bir gün Gazimağusa hakkında yazacağım satırlarım olursa sonuna eklerim diye yazdığım bu cümlelerle yazımı bitirmek isterim. Böylesine tarih dolu bir şehrin satırlarının yüzlerce sayfaya sığacağını bildiğimden gelip görmeniz, gezip öğrenmeniz için sizlere de fırsat vermek için tam tadında bırakmak istiyorum. Çünkü hepimizin bu şehre gelip farklı hikâyelerle döneceğine eminim.

Gazimağusa’dan ayrıldığım gece ise son kez, çok güzel bir gökyüzü ile karşılaştım. Doğanın bana verdiği kızıl kısrak rengi için çok güzel bir veda yazısı hazırladım…

“Az önce kısıl kısrak bir at, Bandabulya’nın üstünden gökyüzüne fırladı. Namık Kemal Meydanı’na sıçrayan sevinç beklide son kıyıncındaydı. Sebebi ise bu şehirdeki son gecem olmalı… Oysaki pembe kadar mutlu, eflatun kadar hüzünlüydü havayı yakalayan renkler. Sanki milyonlarca zerrecik kutup ışıklarını tümden çağırmış ve ara sokaklara dağılıverircesine kaçıştırmıştı.
Dondum öylece…

Acaba beklemenin hüznümüydü bu; ilk kez gidişimin fotoğrafını bu denli renkli ve hüzünlü çektiren. Yoksa dönüşüm olmayacak deyişlerimiydi Gazimağusanın…

Gitmem için bir sebebim varsa, dönmek için mutlaka bir neden olacaktır.