Serkan SOYALAN

Maraş (Varosha)’a uzunca yılların ardından, ilk girişimdi. Büyük bir tereddüt, kafamda yığınla soru ile giriş yaptım Maraş’ın ziyaretçilerini ağırlamak için kurulan kapısından.

Biraz da zoraki girdiğim Maraş’a adım atar atmaz başladı içimde huzursuzluğum. Her adımda daha da derinleşti acılarım, yürek sızım.

Yıllar sonra, daha bir olgunlaşmış, daha katmerlenmiş duygularımla ziyarete açılan sokakları adımlarken, bir kez daha ağız dolusu lanetler yağdırdım savaşlara.

1974 Savaşı’nın ardından, sakinleri burayı terk etmek zorunda kalmış ve buranın yönetimi Türk yönetiminde kalmıştı. Buranın sakinleri buradan ayrılıp da daha güvenli bir yere giderken, savaşın sonlanmasıyla yeniden yuvalarına, iş yerlerine dönüş yapacaklarını kuruyorlardı kafalarında.

Türk uçakları üzerlerinde uçarken, hepsinin içinde “Sağ salim bir yere geçelim, bu savaşı bitirelim, sonrasında yeniden evimize döneriz” düşüncesi vardı. O yüzden birkaç eşya alıp, kapılarını çekip, anahtarlarını alıp düşmüşlerdi, kısa bir ayrılık için yola.

Hele turistler. Varoşa’da yaz tatilini geçirmek için gelen, yabancılar. Kafalarında ne umutlarla gelmişlerdi Akdeniz’in bu küçü(cü)k adasının, bu turist beldesine. Deniz, kum, eğlence ve yaz aşkları vardı belleklerinde. Buradan ayrılırken, hayatlarında hatırlayacakları ve içlerini kıpırdatan anıları olacaktı.

Ama öyle olmadı! Ne turistler için, ne de yerliler için.

Gidenler bir daha dönemedi, gelenler de uzunca bir süre gidemedi.

Bir daha çocuk sesi yükselmedi o sokaklarda, notalar enstrümanlara dizilmedi, sustu şarkıları eğlence mekânlarının, buluşamadı dudaklar ve tenler otellerin o giz odalarında, pencere önlerinde dalıp gidilmedi uzaklara Akdeniz’e nazır. Tiyatroların oyunları oynanmadı, sınıflarda öğretmen sesleri kesildi.

Görsel bir şölen sunan, alev ağacı da artık hüzünle açtı çiçeklerini, mevsimi geldiğinde.

Issızlığa hapsoldu, barikatlarla çevrildi, sessizliğe büründü ve “Askeri Yasak Bölge. Girilmez” tabelaları asıldı her bir yanına.

***

Onlarca yıl önce sevgiyle, insan sesleriyle, çocuk çığlıklarıyla dolu evlerin içerisinde talanın, yağmanın izleri vardı. Bolca da savaşın, acıların.

İçinde hayatın olduğu yıllarda, bölgenin cazibe merkezi olan Maraş, 1974’ten sonra sessizliğe büründü, tıpkı yüreğimiz gibi.

Nice yitik öykülerin, sönüp giden hayatların, gözyaşlarının, acıların izleri arasında, yürek sızısıyla attım adımlarımı, “Hüznün Şehri”nde.

***

Toplumsal bellekte yarattığı travmayla, anıları ve yaşanmışlıkları yutarken acıları, Sophia Loren’in izini sürdüm Leonidas Caddesi’nde, ressam Xantos’un boynu bükük, hüzne gömülmüş insanlarına baktım uzun uzun, dalgaların dövdüğü sahillerde. Her bir dalga aldı bizden insanlığımızı ve çok uzaklara götürdü.

Elizabeth Taylor, Richard Burton, Paul Newman ve Raquel Welch vardı bir zamanlar şimdi ıssız, yalnızlık kokan sokaklarında.

***

Kaldırmadı içim daha fazla, boğulur gibi hissettim kendimi ve koşar adımlarla çıkmak için döndüm geriye.

Dönüş yolumda gördüm, elinde bir poşet içerisinde toprak taşıyan adamı.

Toprağı görünce sokuldum yanına ve konuşmaya başladık. 1974’te Maraş’tan koparılmış bir Kıbrıslırum Maraş sakininin mezarına götürüyormuş toprağı.

Kıbrıslıtürkler ile huzur içerisinde bir yaşam varken, birden koparılmış toprağından ve hep geri dönecek umuduyla beklemiş yaşlı adam.

Alın teriyle çalışarak kazandıklarıyla aldığı evini, mahallesini, komşularını, bahçesindeki asma ağacını, gece tütenlerini, özenle budadığı kırmızı gülünü yad etmiş ömrü hayatında. Gazetedeki haberlerde, Maraş konusunu görünce, dikkat kesilmiş satır satır okumuş, beklemiş, hep beklemiş ancak yetişememiş.

Kederleriyle katmerlenen kanser vücudunu sarıp, hastane yatağına hapsolunca, yakınlarına vasiyette bulunmuş: “Olur da ölürsem ve Maraş’a girebilirsiniz. Bana bahçemden toprak getirin. Onun altında yatmak isterim”.

İşte o poşetteki toprak gidiyordu, sahibiyle buluşmaya. Her adımda bin acıyla, bin bir utançla ve iç burukluklarıyla.