Kıbrıs konusunda hamasete ve duygusallığa düşmeden bir şey yazmak kolay değildir.  Ancak yine de deneyeceğim. Neticesiz biten son Cenevre görüşmelerinden sonra ne olabileceğini, biraz geçmişe bakarak irdeleme ihtiyacını duyuyorum.

Kıbrıs’ın bizim için milli davaya dönüşmüş olması ve iki toplumun birlikte yaşama iradesinin en az şimdilik ortadan kalkmış gibi gözükmesi karşısında bunun geçmişte her zaman böyle olmadığını hatırlamakla başlamak istiyorum.  Şimdilik diyorum çünkü Cenevre görüşmelerinden önce adanın iki tarafında gençler tarafından senkronize bir şekilde yapılan çözüm taraftarı gösteriler ilerisi için belki umut kaynağı olabilir.

Kıbrıs’ın 1878 Berlin anlaşması ile İngiltere’ye kiralandığını, yönetiminin fiilen o ülkeye geçtiğini ilkokul çocukları dahi bilir. Karşılığında İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu topraklarını Rusya’ya karşı garanti etmeyi üstlendiğini ve bu vaadinde durarak Birinci Dünya Savaşı’na kadar Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndan tekrar toprak talep etmesini engellediği pek hatırlamak istenmez. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na Almanya safında katılınca İngiltere adayı resmen ilhak etmiş, bu ilhak Lozan Antlaşması’yla resmen tanınmıştır.  Dahası yeni Türkiye devleti, ada halkı içinden Osmanlı-Türk tabiiyetini terk edip, İngiliz tabiiyetine geçmek istemeyenlerin iki yıl içinde adadan ayrılmaları zorunluluğunu da kabul etmiştir.  Atatürk ve İnönü’nün sonraki yıllarda Kıbrısla ilgilendiklerine dair bir işaret yoktur.  Her ne kadar 1950’li yıllarda yazılan bir kitapta, Atatürk’ün 1933 yılında Mersin’i ziyareti sırasında Trodos dağlarına bakıp “Beyler, bu ada önemlidir” sözünü sarf ettiği iddia edilmişse de bu sözün söylendiğinden 25 sene sonra Kıbrıs’ta huzursuzluğun başladığı dönemde ortaya çıkmış olması doğruluğu konusunda tereddütler uyandırmaktadır.  Herhalükarda, gençlik yıllarında Cumhurbaşkanı İnönü’yü ziyaret eden Denktaş’ın kendisinden “Türkiye’nin Kıbrıs sorunu yoktur” sözünü duyduğunu ve buna fena halde içerlediğini rahmetliden bizzat duymuştum.

Aslında İngiliz döneminde iki toplum birbirleriyle gayet iyi ve huzur içinde yaşıyordu.  İngiliz koloni yönetimi Hindistan, Nijerya, Filistin gibi yönettiği çok etnili/dinli topraklarda yaptığı gibi Kıbrıs’ta çoğunluğa hükmetmek için azınlığı kullanmış ve bunun neticesinde Türkler nüfuslarından daha yüksek oranda yerel polis, adalet ve bürokrasi kadrolarında yer almışlardır.

Bu huzur, 1947 yılında Hindistan’ın bağımsızlık kazanması ve 1956 yılındaki Süveyş fiyaskosundan sonra İngiltere’nin Kıbrıs’a artık ihtiyacı kalmaması ve adayı terk etmeye hazırlanmasıyla son bulmuştur. Ancak bundan 40 yıl önce orada genç bir memur olarak görev yaptığımda İngiliz yönetimini özlemle hatırlayanlar az değildi.

Ondan sonrası malum.  Türkiye ilk önce adanın kendisine iadesini talep etmiş, ancak nüfusu yüzde 80 oranında Rum olan bir toprağın tamamı üzerinde hak iddia etmenin zorluğu karşısında taksimi öne sürmüş, bu da olamayınca, bağımsız bir devlet kurulmasına razı olmuş ve bunu müzakere etmiştir.

Aslında 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, topraksız bir federasyondu.  Malum, federasyonlar kendi topraklarında ayrı yetkilere sahip eyalet veya federe devletlerin bir araya gelmesiyle oluşurlar. Kurdukları çatı devletlerin görevleri de genelde, dışişleri, savunma, adalet, dış ticaret, para birimi gibi ortak politikaları yürütmekle sınırlı olup, federasyonu oluşturan eyaletlerin yetkileri de bunların dışındakileri, mesela eğitim, polis vs içerir.  Federal anayasa da federasyonu oluşturan birimler arasında denge sağlar.

Bu anlamda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası bir nevi topraksız federasyon oluşturuyordu.  Rumların seçtiği Cumhurbaşkanı, Türklerin seçtiği Cumhurbaşkanı Yardımcısı, 10 üyeli bakanlar kurulunda 7 Rum, 3 Türk, 50 üyeli parlamentoda 35 Rum, 15 Türk vs. Ancak normal federasyonlarda görülen eyalet veya federe devletlerin kurulması mümkün olmamış çünkü iki toplum o tarihlerde ayrı bölgelerde değil, iç içe yaşıyordu.

1960 düzeninin bir diğer alışılmamış yönünü, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin ayrı ayrı veya beraberce adadaki anayasal düzenden sorumlu olmasını sağlayan “Garanti Antlaşması” teşkil etmektedir. Ancak ülkemizde üzerinde pek durulmayan bir şekilde, Garanti Antlaşması taraflara sadece ve sadece 1960 Anayasası ile sınırlı haklar vermektedir. Yani düzeni tek taraflı değiştirme imkanını tanımamaktadır.  Yine de bu sistem, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne kendi Anayasasını kendi başına değiştirme hakkını vermemesi itibarıyla dünyada benzeri olduğunu sanmadığım ölçüde egemenliğini sınırlamıştır.

1960 düzeninin diğer bir özelliği, büyük ölçüde İngiltere, Türkiye ve Yunanistan tarafından adadaki toplumların liderlerinin görüşleri dikkate alınmadan müzakere edilmiş ve yürürlüğe konmuş olmasıdır.  Bunun neticesinde iki toplumun liderleri kendilerine empoze edilmiş bu düzeni benimsememiş ve sahiplenmemiştir.

Sonradan olanlar hepimizin malumudur. Türk tarafının Anayasada yer alan veto hakkını sistematik engelleme maksadıyla kullanıldığını iddia eden Rumlar, Anayasayı ihlal etmeye başlamış, kanlı çatışmalar meydana gelmiş, Türk toplumu yerinden yurdundan olup birbirleriyle bağlantısı olmayan ceplere taşınmak mecburiyetinde kalmış, BM Barış Gücü tesis edilmiş, 1968 yılından itibaren hala devam eden nafile müzakere turları başlamış, nihayet Yunanistan’da o tarihlerde hakim olan askeri cuntanın düzenlediği bir darbe üzerine Türkiye Garanti Antlaşması’nı öne sürerek adaya çıkarma yapmış ve barışı yeniden tesis etmişti.  İki toplum nüfus değişimi ile birbirlerinden ayrılmış, Türkler kuzeye, Rumlar güneye taşınmıştır.

Aslında o noktada 1960 düzeninin eksik olan yönünü telafi etmek, yani iki ayrı bölgeli bir devleti kurmak mümkün olabilirdi. Garanti Antlaşması’nın verdiği hakkı Türkiye kullanmıştı ve darbenin yıktığı Anayasal düzeni tekrar ihya edip, topraklı bir federasyon kurmak mümkün olurdu. Tabii bu toprak ayarlaması gerektireceği için Türkiye’de “şehit kanıyla sulanmış topraklar, masada verilmez” sesleri yükselmeye başlamış ve çözüm ihtimali gittikçe uzaklaşmıştır.

Toplumların birbirlerinden coğrafi anlamda ayrılması sayesinde adada barış  kalıcı bir şekilde yerleşmiş, konu uluslararası toplumun gündeminden düşmüştür. Nafile turlar yapılmış, kimse soruna kalıcı bir çözüm bulma baskısı altında hissetmemiştir.

Kıbrıs adası 2004 yılında Avrupa Birliği’ne girmemiş olsaydı, bu durum sorunsuz bir şekilde devam edebilirdi. Ancak, o sıralarda Türkiye’de mevcut olan siyasi istikrarsızlık ve belirsizlik, Yunanistan’ın kağıtlarını iyi kullanması gibi sebeplerden dolayı, Kıbrıs sorunu çözülmeden Ada AB’ne alınmış ve onu temsil eden Rumlar da AB üyeliklerini her fırsatta Türkiye’ye karşı kullanmışlardır.

Tabii AB üyeliğini elde ettikten sonra Rumların çözümden kazanacağı pek bir şey olmadığı açıktır.  Tersine tek başlarına ellerinde tuttukları yönetimi paylaşma mecburiyetinde kalacaklar.  Bu da haliyle işlerine gelmeyen bir durum olacaktır.

Türkiye ise AB ile ilişkilerinin karşısındaki bu engeli aşmak için başlangıçta geç kalınmış bir şekilde gayret harcamış, ancak bu gayretler netice vermeyince konuya ilgisi azalmıştır.  Kamu oyunun konuyla pek fazla ilgilendiği söylenemez.

Nafile turların bir özelliği, tarafların hiç birinin masadan kalkma hatasını işlemek veya başarısızlığın sorumluluğunu üstlenmek durumunda kalmak istememesidir. Nitekim 2017 yılında yapılan bir önceki tur görüşmelerde Rum tarafının adanın güneyinde yapılacak seçimlerin etkisiyle masadan kalkması baskıların ona yönelmesine yol açmıştır.

Ancak 27-29 Nisan bu defa Cenevre’de yapılan görüşmelerde Türk tarafı nafile turların zamanında taraflarca tespit edilmiş ve BM tarafından benimsenmiş çerçevesinin tamamen dışına çıkarak KKTC’nin “egemen” devlet olarak kabul edilmesiyle başlayacak yeni bir süreç üzerinde ısrar ederek, Rum tarafı ile Yunanistan’a önemli bir hediye yapmış ve onlara Haziran ayında yapılacak AB zirvesinde aleyhimizde kullanılacak çok büyük bir koz vermiştir.  Nitekim bu önerinin kabule şayan olmadığını hem BM Genel Sekreteri, hem de ABD ve Rusya aynı gün ilan etmiştir.

1983 yılında bağımsızlığını ilan eden ancak hemen sonra BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 550 sayılı kararla yasadışı sayılan KKTC’nin ansızın egemen devlet olarak tanınmasını istemek ve bu tanımayı müzakere masasına oturmak için bir şart koşmaktan neyin hedeflendiği anlaşılamamıştır. Bu yolla Doğu Akdeniz sorununun öngörülür bir zaman içinde çözülmesi de imkansız hale gelmiştir. Türkiye bu bölgede en ufak tek taraflı bir adım attığı takdirde yaptırımlara maruz kalma tehlikesiyle burun buruna gelebilecektir.

Kimisine göre, asıl hedef 2023 seçimleri öncesinde Kuzey Kıbrıs’ın oradaki nüfusunun çoğunluğunun arzusu hilafına ilhak edilmesidir.  Böyle bir hareketin Türkiye’de iktidara kısa vadede büyük puan getireceğine şüphe yoktur. 

Ancak bedeli de çok yüksek olacaktır. Rusya’nın Türkiye tarafından dahi tanınmayan Kırım’ı ilhakından sonra çok büyük yaptırımlarla karşılaştığı hatırlanmalıdır. Üstelik ülkemiz Rusya’dan farklı olarak petrol ve gaz zengini değildir. Rusya’ya yapıldığı şekilde batı finans piyasalarından tecrit edilmesi, Türk ekonomisini yıkar, iktidar da bunun altından kalkamaz.

Dolayısıyla, “egemen devlet” iddiasının sadece bir manevradan ibaret olduğunu, esas amacın Rumlar üzerinde baskı yaratarak ara yol arayışlarına ve statükoya geri dönüleceğini ümit etmekten başka elden bir şey gelmiyor.