Kıbrıslı Türkler olarak, toplum olarak, halk olarak, kendimize ne yakıştırması yaparsak yapalım, hangi ülkede yaşarsak yaşayalım, biz antropologların, psikologların ve daha nice bilim insanının mikroskobu altına yatırılıp incelenmesi gereken bir “topluluğuz”.

Topluluk diyorum da onun bile bize yakışıp yakışmadığından şüphem var. Bırakalım halk ya da toplum tabirlerini, galiba biz Kıbrıslı Türkler “insan kalabalığı” oluşturmaktan öteye gidemedik, gidemiyoruz.

Eğitim seviyesi konusunda öğünmeye gelince, bir harmanlık yer bize dar geliyor. Üniversitelerimizi, üniversite bitirmiş insan sayımızı, yurt dışındaki elit yerlerde eğitim almış çok sayıda elemanlarımızı anlata anlata bitiremiyoruz.

Dört duvar arasında alınan eğitimin, gerçek yaşam koşulları ile birleştirilemeyince bir işe yaramadığını, insanın aldığı eğitimi kendini sürekli geliştirmedikçe bir anlamı kalmadığını ya unutuyoruz, ya da hiç düşünmüyoruz. Üniversite bitirdik ya, biz olduk artık. Biz her şeyi biliyoruz, hem de en iyisini.

Okumak, araştırmak, dünyanın gidişatına bakmak, bizden daha farklı düşünenlerden, bizden daha ileride olanlardan öğrenmek, insanlığın yarattığı ve yaratmaya çalıştığı evrensel değerlerin ne olduğuna bakarak kendimizi geliştirmek var mı?

Bizden daha kötü durumda olan, başları beladan kurtulmayan, toplumsal olarak sürekli derin sorunlar yaşayan ülkelerin hallerine bakıp onlardan dersler çıkarmak var mı?

Bunlar yoksa ve biz “artık olduk”, “eriştik” mantığı ile yol almaya çalışır; bir karara varırken ya da bir şeye tepki gösterirken durup düşünmek, mantık ve bilgi ile sonuca varmak yerine; duygusal, tepkisel ve bilimsellikten uzak yaklaşımlar ortaya koyarsak “insanlığımızdan” gittikçe uzaklaşıyoruz demektir.

***

Gelelim somut bazı örneklere.

En son yaşanan Rus asıllı Alexsandr Satlaev’in hapishaneden kaçmasıyla ilgili olaya bakalım. Satlaev’in yakalanma sürecinde polisin davranışları ve sosyal medyadan görüş belirten birçok kişinin “linç” edebiyatı ile bu kişiye saldırması inanılacak gibi değil.

Çağdaş ceza yasaları ile tarafsız mahkemelere sahip olunduğu iddia edilen bir ülkede “Bir kişinin suçlu olup olmadığına mahkeme karar verir. Bir kimse suçu kanıtlanmadıkça cezalandırılamaz” temel prensini geçerlidir.

Oysa biz ne yapıyoruz. Hapishaneden kaçan ve yargılanması henüz tamamlanmamış bir kişiyi, basında çıkan haberlere bakarak linç etmek istiyor, kendimizi adalet, mahkeme ve yargıç yerine koyarak “bu hadsize haddini bildirmek” gerektiğini vurguluyoruz.

Üstelik de bunu yapanlar arasında, “eğitim görmüş”, “sorumlu” görevlerde bulunan, hatta ve hatta bazı “gazeteci” ve “hak-adalet aktivisti” kişileri de görüyoruz.

Dedim ya! Biz her şeyi biliyoruz. Bu “tecavüzcünün” hakkından nasıl geleceğimizi mi bilmeyeceğiz!

Oysa unuttuğumuz çok önemli bir şey var. Bu duruma düşen ve insanlara zarar vermeye eğilimli olan Satlaev ve onun gibilerinin nasıl ve hangi nedenlerle bu duruma düştüklerini sorgulamak yok.

Çağdaş ülkeler, bu gibi insanların nasıl tekrar topluma kazandırılacağının plan ve programlarını yapar, onları yasalar çerçevesinde cezalandırırken, nasıl ıslah edilecekleri ile ilgili büyük paralar harcayarak onları yeniden iyi birer toplum bireyi olarak cezaevlerinden salıvermeye çaba harcar.

Dünyada çok kötü yollara düşen insanların daha sonra dünyayı değiştirmek adına çok iyi işler yaptığına dair yüzlerce örnek var.

Bu gibi olaylara bakarken duygusal değil, bilimsel düşünmek zorundayız. Biz eğer, hata yapan, suç işleyen her bireye kendimiz ceza verme hakkına sahipsek, o zaman “orman kanunları” ile yaşayalım. Polise, mahkemeye, yargıca, hakime ne gerek var. Çek tabancayı, vur öldür. Bir gün birisi de seni vurup öldürene kadar. Hatta öldürmeden önce, çağır etraftakileri, birer tekme de onlar vursun, sonra öldür!

Her bireyin bir suç makinesine dönme ihtimali bulunduğunu unutmayalım. Bu birey bizden uzakta da olabilir, bizim çok yakınımızda da olabilir. Onun bir suç makinesine dönmesine neden olan koşullara bakmak gerekir. Bu içinde bulunduğumuz çevre, aile, toplum, ekonomik ve psikolojik koşullar, eğitim ve daha birçok nedenden olumlu ya da olumsuz etkilerle ortaya çıkar. Hiçbir insan kötü doğmaz, insanın değer yargılarını, kişiliğini oluşturan hayatta yaşadığı deneyimlerdir.

Ani çıkışlar yerine, daha akıllı, daha ölçülü davranmak, benzeri durumlardaki iyi ve kötü örneklere bakarak araştırmak ve başka olaylardan dersler çıkarmak zorundayız. En önemlisi de “insan” olduğumuzu unutmadan hareket etmek zorundayız.