Fotoğrafın en küçük birimi ışıktır. Işık varsa görseli zengin, renkleriyle nefes alan gerçekçi fotoğraflar yaratırsınız. Fotoğraf için “ışıkla yazılan yazı, ışıkla çizilen çizgi,” gibi söylemlerin sürekli tekrarlanmasının en önemli sebeplerinden birisi ise fotoğraf kelimesinin oluşumuna kadar sürekler sizi. Aslında burada klasikleşmiş şeyleri dile getirmemin en büyük nedenlerinden birisi ise şudur; Fotoğrafın Yunanca’da “photos” yani "Işık" ve “graphes” yani "yazı" kelimelerinden türemiş olmasıdır.

Işığın üzerinden açtığımız konuya en az ışık kadar önemli olan renkler ile devam etmek isterim. Çünkü fotoğrafa yeni başlayan tüm arkadaşlarımızın temel fotoğraf kompozisyonlarını yaratırken renk kompozisyonunu sürekli unuttuğunu söyleyebilirim. Bunu da kendimce şöyle açıklamalıyım: Bazen fotoğrafınız kurgu bile olsa renkleri iyi kullandığınızda ona bakan gözleri büyüleyebilirsiniz. Verdiğiniz mesajdan tutun da anlatmak istediğiniz duyguyu, kullandığınız renklerin tonları ile ifade edebilir, farklı şekillerde etrafa yayabilirsiniz.

Fotoğrafçı, renklerin mimarisini doğa kadar iyi bilmeli ve renkleri yaratan her ışık süzmesinin ona bir duyguyu bir düşünceyi fısıldayabileceğini erkenden hissedip orada yerini almalıdır. "Tıpkı üzerine büyük bir gökkuşağı konmuş denizin engin ama biraz da ulaşılabilir" olması gibi... Buradaki mesajım ise şöyle anlaşılmalıdır. Her ne şartta olursa olsun doğadaki renklerin sıralamasını, sıcak ve soğuk renklerin ayrımını, karşıt ve karşıt olmayan kontrast renklerin ayrımı bilmeli, bir damla yağmurun içinden geçen ışığın ayrıldığı renk yelpazesini ve diğer renk birleşimlerini doğru yerde ve doğru zamanda kullanmalıdır.

Gerçek sanatçı ise bilmediğimiz kendi evreninde yaşayan, metafiziği bilinmeyen, sırları ve soyut kavramlarıyla yaşayan kişiliklerdir. Neyi, ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağını, klasikleşmişin dışında sıra dışı vurgularla belirlemeye çalışan, çoğu kez somut olguları kendi kozmik ortamında dillendirip soyuta varan kişiliklerdir. Kısacası yapılmamışı arayanlardır.

Şimdi bunları yukarıdaki satırlarda neden söyledim? Rengin ışığın ya da sanatçının bizimle ne ilgisi var, diyebilirsiniz. Bir fotoğrafın içine giren lekeler tıpkı o fotoğrafın kelimeleri gibi konuşurlar. Ve o fotoğrafın içinde yeni bir varoluş yaratıp kendi iç mantığını oturturlar. Kimi zamanlarda ise sanatçının asıl yapmak istediğinin dışında da olaylar gelişir. İşte bu yüzden bazen ortaya konuşan fotoğraflar çıkar. Buna sizin anlatmak istediğinizle, insanların anlamak istediğinin farklılaşmaya başladığı o zamanların oluşması gibi bir şey de diyebiliriz. İşte o anlarda iyi iş hemen ortaya çıkar.

 

Tıpkı Plakçı bu adamın hikayesi gibi...
Bazen uyanmak istemediğimiz gerçek hayallerle avunurken, perdelerin ansızın çekilmesiyle kalktığımız soğuk bir duş gibidir hayat. Önce ansızın üşür sonra deli gibi acırız. Belki de elimize kalan inanmak olgusunun içten dışa doğru zerk etmesi kadar yalın ve açık olur bu zamanlar. Aslında bir fotoğrafın hikâyesi gibidir "Aşk" ve aşkın herkese göre farklı tarifleri vardır. İşte burada bilinçaltımızda yer etmişliğiyle güçlenen ama sizin bile farkında olmadığınız estetiksel kaygılarımızla oluşuveren bir leke misalidir fotoğraf.

Bu yüzdendir ki önünden geçtiğiniz ve hayal ettiğiniz herhangi bir ortam önce kafanızda kurgulanır. Sonrasında çerçevenin içine yerleştirebildiğiniz bir bakış, bir gülüş ya da bir mimik yetebilir onu yaratmamıza…

 

Tıpkı müziğe aşık ve onu çepeçevre saran bu adam gibi...
Bazen öyle fotoğraflar vardır ki hikayesini öğrendikten sonra ya çok hüzünlenip ya da çok sevindiğimiz. Şimdi etrafımıza bir daha bakıp, yıllarca geçtiğiniz sokakları başka bir gözle tekrardan incelemeli; sizin hikayelerinizi aramalı ve bulmalısınız, diyorum. Yoksa içine kendimizden hiçbir şey katamadığımız fotoğraflar çeker, yaratıcılığımızı katamadığımız bir konuyu belgelersiniz. Oysaki biz içine kendimizden bir şeyler katabildiğimiz ve karşıdan bakılınca konuşabilen, yanına gelinince aklımıza yalnızca ismi ile kazınan fotoğraflar çekmeliyiz.

 

 “Plakçı Ahmet”
Aslını söylemek gerekirse "Plakçı Ahmet" uzun süredir kafamda yer etmişliğiyle duran fakat bir türlü fırsat bulamadığım bir projeydi. Çünkü onun müzik dolu yaşamı; çocukluğumdan gençliğime, gençliğimden ise şimdiye dek sürekli gözümün önünde duruyordu. Benim için Plakçı Ahmet'i fotoğraflamak; bir çok kez fırsatım olmasına karşın bir türlü başlayamadığım ve o anı yakalayamadığım bir olguydu. Ya da doğrudan bir geç kalmışlık da diyebiliriz.

Bazı anlar vardır ki biz fotoğrafçılar tarafından tekrarlanarak yaşanır. Bunlara sürekli geçmişten kalan izlerin hayalimizde oluşturduğu sahneler de diyebiliriz. Herhangi bir yerde gördüğümüz ya da belleğimize yer etmişliğiyle zihnimizde kalıcılık sağlayan bu anlar nasıl bir duygudur ki dile gelmesi zor olup aklımızın bir köşesinde sıkışıp kalır. Fakat her şey o mekana ya da o yere gitmemiz ile son bulur. Sonuç olarak tüm bu anlattıklarım fotoğrafın bizi çekim gücüne alıp garip bir dürtüyle sonunu bulmamıza yardımcı olmasıyla sonuçlanır.

Aslında bu gibi durumlarda bazen geç kalmışlık da iyidir. Çünkü konu kafanızda olgunlaşır. Yapmak istediğiniz projeyi ya da hikayeyi tam istediğiniz anda yaptığınızda bazen çok önemli ayrıntıları kaçırırsınız. Çünkü bazen onunla yaşamalı, onun gibi düşünmeli, onun gibi hissetmeli, hatta onun gibi yaşamanız gerekir. Bu bahsettiklerimi kısa bile olsa başardığınızda iyi iş her zaman sizinledir. Tıpkı benim Plakçı Ahmet'in yanında geçirdiğim zamanlar gibi...

"O sabah güneşin yeniden tazelendirdiği ruhum sabahın erken saatlerinde fotoğraf makinemi yanıma aldırıp beni sokaklara attı. Çok geçmeden yaşadığım yer olan Kocaeli'nin incisi Değirmendere'nin meydanında gezinirken uzaktaki insanların sahilde neşeli yürüyüşlerini fark ettim. Körfezin eşsiz yerlerinden birisi olan bu küçük semtin sahiline bir an evvel inmeye karar vermiştim. Meydandan sahile inen ve yolun hemen kenarındaki derenin hışırtılarıyla karışan güzel melodi kulağımı tırmalamaya başladığından bu sesin kaynağını arıyordum. Ayaklarım hiç vakit kaybetmeden küçük ama güzel müzik evinin önünde oturup çayını yudumlayan Plakçı Ahmet'e çoktan varmıştı. Küçük de olsa kendine ait bir düzeni olan ve müziğe olan aşkını yıllardır burada sürdüren kahramanımız yaşamını da buradan kazanıyordu.

Yaşadığı kentin en renkli ve en seviyeli esnaflarından gösterilen Plakçı Ahmet'in küçük mekanına girdiğinizde şüphesiz sizi ilk karşılayan kendi zaman tüneliniz oluyordu. Tabi bu yaşınızla mukabilde olabilir. Camlarını ve dükkanını süsleyen onlarca poster ve afiş yaşadığınız dönemin öncelerine doğru sizi sürüklerken, müziğin halen aramızda olmayan fakat sesleriyle yaşayan ölümsüz insanları sizi bekliyordu. Behiye AKSOY, Nesrin SİPAHİ, Zeki MÜREN ve niceleri gibi...

Plakçı Ahmet ile uzun sohbetimize eşlik eden ses ise kuşkusuz en sevdiğim seslerden birisi olan Orhan GENCEBAY olmuştu. Uzunçaların üstünde döne döne çizilen plak öyle hüzünden bir makamda ağlıyordu ki taş plağı çizen iğne ateş çıkartırcasına kızıl kısrak renge bürünmüştü. Hatta bu yetmemiş dövülen bir metal gibi ateş kırmızısından da sıcak bir melodi tutturmuştu. Sonra kaldırımlara sıçramış, oradan tüm sokağa ve meydana yayılmıştı. Sokaktan geçen güzel bakışların arasında şimdi neden burada olduğumu anlamıştım.

Eğer siz de müziği seviyor ve değer veriyorsanız. Gramofona, plaklara, eski kasetlere merakınız varsa ve unuttuğunuz belki de çocukluğunuzda, gençliğinizde dinlediğiniz kasetleri hafızanızda değil de ellerinizle tutmak istiyorsanız ona gitmelisiniz. Gerçek bir taş plağın sesini dinleyip, dijital müzik çalarlarınızın ve cep telefonlarınızın ne kadar kulağınızı yorduğunu anlamalısınız. Şimdi sizi Kocaeli'nin şirin semti Değirmendere'ye ve onun mücadeleci müzik koleksiyoncusu Plakçı Ahmet'in mekanına bekliyorum. Onun sıcak ve gülen yüzünü hissedip mutlaka çayından yudumlamanızı. Müziği seven ve ona aşık olan bu insanın kaybolan değerlerimize karşı verdiği inatlı mücadeleyi görmenizi istiyorum.

Onun ve sabahın ilk ışıklarıyla açılan kapısından meydana yayılan inanılmaz koleksiyonunun sesinin size anlatacak çok şeyi var emin olun."

Unutmayın ki! Unutulmayan fotoğraflar; sahibinin ismi ile değil, kendi ismiyle ve konuşulan hikayesiyle sonsuza kadar yaşayacaklardır. Tıpkı Plakçı Ahmet'in müzik dükkanının içine doldurduğu ölümsüz sesler gibi...