Turizm, Kuzey Kıbrıs için 1974 sonrası hep “çok önemli” olmuştur...

Hatta her zaman, ekonomik gelişmenin “lokomotifi” olarak kabul edilmiştir...

Ve Kuzey Kıbrıs turizminin tanıtımı için, bunca yıldır harcanmadık para da kalmamıştır...

Milyonlar harcandığı, bilinen bir gerçektir...

Tanıtım, reklam sadece para mıdır?

Elbette parasız tanıtım ve reklam çok zordur ama imkansız değildir...

Parayla, azacık “ilüzyon” birleştirildiği zaman, bazı şeylerin çok daha etkili olduğu, kaçınılmaz bir gerçektir...

Yani, turisti aldatmayı mı öneriyorum?

Hayır!

Aldatma yok... Bir miktar göz yanılgısı olabilir...

Çekeceğiniz fotoğraflarla veya iflmlerle bunu başarabilirsiniz...

Ama hayır! Yok yok! Benim derdim bu da değil...

“Evet itiraf ediyorum”, bir miktar yalan lazım... Veya, yalan olup olmadığını bizim de bilmediğimizi söyleyeceğimiz “hikaye”ler...

Mesela St. Hilarion Kalesi...

Kardeşim, eşi benzeri olmayan, muhteşem bir eser...

Son yıllarda “Walt Disney bu kaleden esinlendi” iddiası ya da çıkışı çok kullanıldı... 

Doğru mu?

Evet! Doğrudur... Walt Disney’in o ünlü “marka olmuş kalesi” bu kaledir...

Biz bunu yeterince kullanabildik mi?

Tanıtabildik mi?

Onca fuar, onca harcama derken, bu konuda yeterince “beyaz yalan” birktirdiğimiz, doldurduğumuz hikayeler anlatabiildik mi?

Hayır. Yeterli olamadık...

Peki Kantara?

Eşi benzeri var mı?

Bufavento?

Nefis kalelerdir bunlar... 

İngilizlere mi tanıtacaksınız?

Kardeşim, önce yakın tarihle başlayın dilerseniz... Ve deyin ki, 1878 – 1960 arasındaki İngiliz döneminde, bu kalelerde ne İngiliz aşkları yaşandı!

Sakın “kanlı tarih” karıştırmayın... Aşk, aşk olmalı!

Hatta ihtiras ve aldatmayı karıştırmak lazım!

Ve size çok önemli bir olay anlatayım... Kral Richard var ya!

Arslan Yürekli hani!

Arslan Yürekli iddialara göre “gay” bir kralmış... 

Ve bir diğer iddiaya göre, Kıbrıslı sevgilisi ile Kantara Kalesi’nde buluşuyormuş... Bu haberi, bu iddiayı anlatın, yayınlatın... 

Vallahi da billahi da bir hafta sonra, 10 uçak dolusu İngiliz bu kaleyi ve kralın seviştiği odayı görmeye gelmezse, Kantara’dan atlarım!

“Ama doğru değil bu söylediğin” diyebilirsiniz... Yalan da değil!

Sadece İngilizler mi?

Gelin Fransızlara, Venediklilere de satalım turizmimizi!

Nasıl mı?

Bakın sevgili yazı ustası büyüğümüz Ahmet Tolgay, neler yazmış, neler anlatmış... Önce bunları okuyalım, sonra düşünelim... Buyurun:

“...Dünya kültür mirası kapsamında da saygın yerler olan Girne Kalesi, St. Hilarion Kalesi, Kantara Kalesi, Bufavento Kalesi, Balabayıs Manastırı, St. Sophia Katedrali (Lefkoşa'daki Selimiye Camii), St. Nikola Katedrali (Gazimağusa'daki Lala Mustafa Paşa Camii), Limasol Kalesi ve Limasol'un 7 mil batısındaki Koloş Kalesi, Lüzinyan dönemini çağrıştıran enfes gotikler olarak Kıbrıs'ın romantik dokusuna anlam kazandırmaktadır. Verimli ve sulak topraklar üzerinde, Luricina (Akıncılar) ve Angolem (Taşpınar) gibi köyler kurarlar…
   

Kıbrıs’ı yurt olarak benimsemeyen ve bir sömürge olarak algılayan yıkımcı Venedik döneminde de ayakta durmayı başarabilen Lüzinyan  eserleri, Osmanlı idaresinde duyarlılıkla korunur. Tamir ve restore edilirler. Lefkoşa ve Mağusa’daki iki Sent Sophia Katedrali, ki bunların içinde Lüzinyan kralları taç giyerlerdi; büyük camilere dönüştürülür. Osmanlılar tarafınsan korumaya alınan bu katedrallerde Lüzinyan krallarının mezarları da var… 

Bu eşsiz kültür miraslarının günümüze dek ulaşabilmesi Osmanlı yönetiminin yabancı medeniyetlere gösterdiği duyarlılık kadar, Lüzinyanlara duyduğu sevgi ve saygı sayesindedir aynı zamanda. Türkler Lüzinyanları sevmişlerdi.
   

Venediklilerin sistemli bir biçimde adaya sızarak hakimiyet kurmaları da Lüzinyanların yumuşak, önyargısız ve barışçı tutumları yüzündendir. Tahtta 1464-1473 yılları arasında oturan son Lüzinyan Kralı 2'nci James, Venedikli soylu kızı Katerina Kornaro'ya sevdalanır. Onunla evlenir. Bu romantik gelişme Venediklileri Kıbrıs'a yönlendirir. Birçoğu Kıbrıs'a yerleşip mal-mülk edinir. Ekonomide söz sahibi olurlar.
   

Kral 2’nci James genç yaşta öldüğünde ve cesedi, Mağusa St. Sophia Katedrali’ne gömüldüğünde, güzel Katerina Kornaro hamiledir. Venedik Cumhuriyeti hem Venedik gelini Kraliçe'yi, hem de ondan doğacak bebeği koruma yükümlülüğünde olduğunu duyurur. Venedik donanması adaya gelir. İşgal başlar. Kalelerin yerli muhafızları dağıtılır. Yerlerini Venedikli savaşçılar alır. İşgale itiraz eden Kıbrıslılar adadan sürülür ya da öldürülür. Katerina'nın yanına Venedikli yöneticiler ve komutanlar yerleştirilir. Kraliçe Kornaro, vesayet altına alınır. Doğurduğu erkek bebek bir yıl sonra gizemli biçimde ölür. Lüzinyan tahtı tümüyle varissiz kalır...
   

Ve 1489 yılına gelindiğinde, sistemli Venedik istilası tamamlanmıştır. Katerina Kornaro, tahtı terk etmeye zorlanır. Talihsiz kadın çaresizdir. Bir gemiye bindirilerek Venedik Cumhuriyeti'ne geri gönderilir… 

Kıbrıs'ta her ikisi de gizemli biçimde yaşama veda eden sevgili eşinin ve bebeğinin mezarlarını ve en güzel anılarını bırakır. Venedik'te kendisine tahsis edilen şatoya kapanır. Yıllık 8000 altınlık bir maaşla yaşamının hüzünlü dönemini orada tamamlar.
   

Aynı zamanda Kıbrıs’taki Lüzinyan yıllarının noktalanmasını da simgeleyen Katerina Kornaro olayı, Kıbrıs tarihinin en dokunaklı sayfalarından biri olarak sonsuza dek vicdanlara kazınır. Entrikacı Venedikli yöneticiler, Akdeniz’in hakimi Osmanlılarla da ilişkilerini bozunca adadaki egemenliklerini ancak 80 yıl sürdürebilirler. Osmanlıların Kıbrıs'ı fethinde, çok sevdikleri ve anlaştıkları Lüzinyanların öcünü alma hırsı da rol oynamıştır.
   

Kıbrıs Türk toplumu içinde de kökleri Lüzinyanlara uzananların olduğu hep biline gelmiştir. Bu bağlamda, Taner Baybars’ın durumu belleklerde en fazla iz bırakandır. Yaptığı derinliğine araştırmalarda Lüzinyan soyundan geldiğini belirleyen tanınmış şair ve yazarımız Taner Baybars, Kıbrıs’tan İngiltere’ye göç ettikten sonra orada fazla kalamamış ve olgunluk çağında, Fransa’daki Lüzinyan bölgesine giderek kökleriyle buluşmuştur…”