Bu sayıda sizleri Kuzey Kıbrıs’ta, kafanızı dinleyebileceğiniz, gürültüsüz yerlere taşımak istedim...

   Karpaz bölgesini bilmeyen yoktur... Doğası, sahilleri, güneşi, yeşili, eşekleri ile rengarenk bir keyif bölgesidir.

   Ama bugün, Kıbrıs’ın Doğusuna değil, Batısına gidelim istiyorum...

   Yeşilırmak köyüne kadar uzanalım...

   Tatile Kuzey Kıbrıs’a gelenlerin bana göre mutlaka uğraması gereken bir yerdir Yeşilırmak... Deniz mi? En temizi... Restoranlar mı? Hepsi çok iyi... Balık, et, tavuk... Ne ararsanız var...

   Haaa artık sadece denizle de yetinmeyebilirsiniz... Dağda da tesis yapıldı. Erson Hoca’nın Çiftliği adlı organik tarım çiftliğinde, eğer boş oda bulabilirseniz, otelde de kalabilir ve doğanın muhteşem güzelliğiyle büyülü anlar yaşayabilirsiniz...

   Girne, Mağusa, Lefkoşa gibi merkezlerin gürültüsü ve kalabalığından, beş yıldızlı otellerin ışıklarından sıkılanlar için adeta ilaçtır Yeşilırmak...

   Lefkoşa ve Girne’den yavaş yavaş giderseniz, en fazla bir saatte ulaşabilirsiniz... Baf kökenlilere bir de müjdem var... Artık Pirgo sınır kapısından geçip, 30 dakikada Poli’ye, Hirsofu’ya da ulaşabilirsiniz... Ama bugün, “O tarafa” geçmiyoruz...

   Yeşilırmak’ın şu andaki tadı tabii ki başka... Neden mi? Çünkü şu anda çileklerin ve yeni dünyaların zamanı... Haziran ortasına kadar her iki meyveyi bulabilirsiniz ama en nefis zamanı şimdi...

   Köyde, yol üzerinde tap taze çilek satan yerler hatta ellerinizle toplayabileceğiniz bahçeler var...

   Köyde denizin pırıl pırıl, en küçük bir kir karışmamış maviliğinde serinlemek yanında, kıyıdaki yedi ayrı mekanda, nefis yemekleri de tadabilirsiniz... Şu daha iyi, bu daha iyi demenin bir anlamı yok... Keyfinize, sayınıza bağlı... Piknik mi yapacaksınız? Okaliptüs (Efgalipto) ağaçlarının bulunduğu dere yanındaki mekan pırıl pırıl... İnanın gitmeye değer...

   Yok ben Yeşilırmak’ta değil de, Yedidalga’da yemek yiyeceğim diyorsanız, Aspava, Mardinli ve Aygün’ün yeri gibi mekanlar da keyfinize lezzet katacaktır...

   Bambaşka bir mekandan daha bahsedelim bu bölgede... Gaziveren... Güzelyurt’a yakın bir köyümüz... Tıpkı Yeşilırmak gibi asırlardır Türk köyü... Deniz kıyısına doğru yol alacaksınız, Çiftlik Evi tabelasını takip edeceksiniz... Eğer beğenmezseniz, gelin, bana istediğinizi söyleyin...

   Haaa, bir tavsiyede daha bulunayım... Try to avoid weekends! Yani hafta arası giderseniz, aşırı kalabalıklarla kaşrılaşmazsınız...

   Buraları Kıbrıslı kalan tek yerler artık...


Ekonomi düzelmez miydi?

 

 

   KKTC’de ekonomi hiç de “uçuşta” değil... Bazı hükümet üyelerinin verdiği rakamlarla günlük yaşamdaki gözlemler çelişiyor...

   Elbette haddimize değil birilerine “birşeyler söylemek” ama benim her ekonomi ile ilgili yazı yazmaya çalıştığımda aklıma Londra’da yaşayan ve yüreği Kıbrıs için çarpan vatandşalarımız geliyor...

   Biz bu vatandaşları kazanma için hiç uğraşmadık.

   Tam tersine, adeta hiç gelmemeleri için uğraştık.

   Londra’daki duyarlı, yurtsever insanımızı neredeyse yarım asırı aşkın süreden beri hep “yolunacak kaz” olarak gördük.

   KKTC’de Rumlardan kalan dönümlerce araziyi, 20 – 30 yıl vergisiz, kirasız, tek kuruş ödemeksizin Türkiye’den gelen çeşitli şirket temsilcileri ya da kişilere vermeyi maharet sayarken; kendi anavatanına yatırım yapmayı deneyen Londra’daki vatandaşı dolandırdık, kandırdık, vurduk, soyduk, soğana çevirdik ve kaçırdık.

   Bıraktım yatırım yapanları; yapacak olanları; emekli olanlarımızı bile çekemedik KKTC’ye...

   Mazaret de bulduk; “toruncuklarından ayrılamazlar”...

   Oysa, doğru dürüst bir sağlık sistemi kurabilseydik; İngiltere’den emekli maaşlarını alıp da KKTC’de yaşamak isteyecek olanları teşvik edip getirebilirdik.

   Hiç uğraşmadık.

   Her türlü yatırımı engelledik.

   Bürokratik ve ayıptır söylemesi “rüşvetik” engellerle önlerini kestik.

   Hala geç kalmış değiliz...

   Türkiyeli iş adamlarına sğalanan kolaylıklar, verilen teşvikler Londra’daki vatandşaımıza verilemez mi?

   Bal gibi de verilir.

   Bu konuyla ilgilenmek şart...


   Aragon ve yalınızlık

 

   Hep siyaset, hep Kıbrıs yazacak değiliz ya…

   Fransız şair, romancı ve gazeteci Louis Aragon, “bırakıp gittin beni bütün   kapılarda” der bir şiirinde… Bugün Aragon’dan girelim… Damardan…

   Terkedilmek ya da yapayalınız kalmak illa ki bir sevgiliyi bir sevdiği yitirmek değildir…

   İnsan, kalabalıklar içinde de yapayalınız kalabilir.

   Ve her Allah’ın günü, işini yapmak, yapabilmek adına, yüzüne sahte gülücükler serpip, yalınızlığını da “bütün çöllerde tek başıma kodun” diyerek içinden; örtebilir…

   Aragon, aynı şiirinde, “şafakta arayıp öğle vakti yitirdiğim / vardığım hiç bir yerde değildin / sensiz bir odanın sahrasını nasıl anlatsam / hiçbir şeyin seni andırmadığı bir pazar kalabalığını / denizde dalgakırandan da boşluğunu bir günün / seslenip de senden cevap alamadığım sessizliği…” der…

   Ne kadar haklıdır bunu söylerken. Ne kadar da yansıtır bazen hepimizi…

   Herkes, her an yalınız kalabilir. Ve acıdır, tehlikelidir yalınızlık…

   Hele kalablıklar içindeyseniz. Hele, her gün yalınızlığı belli etmemek için, gülümseyişlerdeyseniz…

   “… şlerin yüreğiyle bırakıp gittin beni / yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin / düşen hep ben oldum en küçük kımıldanışında senden” der Aragon ve devam eder:

   “… başını çevirdiğin için ağladığımı görmedin hiç / bana bakıp görmediğin için / ben yokken içini çektiğin için / ayağına düşen gölgene acıdın mı hiç sen”…