Yıl boyunca devam edecek olan 12 Şarkı 12 Hikâye projesinin dördüncü şarkısı. Bu ay Hakan’ın, İngiltere’de İlk 40 listesine girmiş İngiliz grup Natural Life ile geçirdiği döneme gidiyoruz. Hakan’ın gruba girişi ve Rise şarkısını okuyacağınız hikâye belki bu sefer biraz uzun olsa da okurken keyif alacağınızı umarız.

Sıradaki hikâye, Natural Life grubunun üyesi olduğum dönemle ilgili ve aslında daha Natural Life’a katılmadan önce, 17 yaşındayken, yani 1986 yılında başlıyor. O zamanlar hayatta yapmak istediğim tek şey müzikti, yaklaşık 3-4 yıldır da klavye çalıyordum. Çalmayı tamamen kendi kendine öğrendim ve kendime müzikten başka bir yolçizmiyordum. Tüm boş zamanlarımda 4 kanallı Amstrad Studio-100’e demolar  kaydediyordum (o dönem 100’e yakın demo kaset doldurmuştum). Bu yüzden burada pek fazla arkadaşı olmayan bu Türk çocuğu oldum çıktım. Yaşıtlarımla fazla zaman geçirmedim çünkü çoğu uzun saçlı, garip kıyafetler giyen ve siyah ojeyle gezen benim gibi bir tiple takılmak istemiyordu. Tek dertleri iyi görünmek ve iyi kokmaktı. Bir de arabalar, hiç ilgimi çekmezdi, hâlâ da çekmez. Bu tip insanlarla hiçbir yakınlık kuramadım, benim için son derece yabancıydılar, hâlâ da öyle. O dönemden kalan sadece iki arkadaşım var ki onlar bile tuhaf biri olduğumu düşünür.

Ailemle birlikte bir kuaförde çalışıyordum. Ben kuaförlük yapmadım veya bir kuaför olma konusunda herhangi bir planım yoktu ama ailem için çalıştım. Her şey bu iş kadar basit olsaydı hayat çok kolay geçerdi ama aynı zamanda sıkıcı da oldu. Bir gün yeni bir çırak işe başladı, adı Jon Spong’du. Frank Zappa ve Captian Beefheart şarkı  sözlerinden alıntı yaptığında aynı kafada olduğumuzu anladım. O zamana kadar Frank Zappa ve Captain Beefheart’ı tanıyan gezegendeki tek kişi olduğumu düşünürdüm. Vay canına, benim yaşımda başka insanlar da vardı, o zaman bu benim için büyük bir keşifti.

Jon farklı giyinirdi ve çevresine pek uyum sağlamayan bir tipti. Böyle birini tanımak bana çok iyi gelmişti, çünkü uzun zamandır ben de kendimi öyle hissediyordum ama kendim gibi birine hiç rastlamamıştım. Uzun zamandır kaybettiğim kardeşimi bulmuş gibiydim. İşgal evleri ve müzikle dolu bir dünyaya adım atmıştım ama o zamanlar Jon bana müzisyen tarafını pek fazla açmamıştı. Bunun için hızlı bir şekilde 1991’e ilerlememiz gerekiyor. Bir süredir Jon’u görmemiştim, bir grup kurduğunu duymuştum ama grubu pek bilmiyordum. O zaman İngiltere’de sadece bir avuç TV kanalı vardı. Aslında sayıları sadece 4’tü ve Jon’un grubu en sevilen gençlik dergisinin programına çıkacaktı. The Word adlı program her Cuma gecesi saat 9’da canlı yayınlanırdı. Bu programı takip ettiğimi ve duyduğum şeyleri sevdiğimi hatırlıyorum. Rock ve Santana öğeleriyle zamanın dans müziğini temel alan bir sound’ları vardı ama müzikleri tamamen özgündü. Sözlerin de havadan sudan olmaması beni etkilemişti. Programda canlı olarak Natural Life isimli şarkıyı çaldılar ve böylece benim için fitil ateşlenmiş oldu, hem etkilenmiştim hem de kıskanmıştım. Jon adına mutlu olmuştum ve bir gün grubu canlı izlemeyi umuyordum. Disney’in sahibi olduğu Hollywood plak şirketiyle anlaşma yaptılar. Grup yoluna devam ederken ben erkek kardeşimle kuru temizleme mağazasında çalışmaya devam ediyordum.

1992’in başına hızlı bir geçiş yapalım. Bir Pazartesi günü kardeşimle çalışırken erken saatlerde telefon çaldı, arayan Jon’du. Grupta klavye çalıp çalamayacağımı sordu. İlk konser 2 gün sonraydı ve plak şirketi şarkıları öğrenmem için hemen albümü bana gönderecekti. Hayatımın Natural Life döneminin başlangıcı işte böyle oldu. Pazartesi günü kardeşimle dükkânda çalışan biriyken Çarşamba günü gerçek bir turnede çalan ve karşılığında para kazanan profesyonel bir müzisyendim. Tur otobüsü, grupiler… İşte hak ettiğim hayat diyordum.

Grup olarak prova yapmaya hiç zamanımız olmamıştı. Çarşamba sabahı tur otobüsü beni evimden aldı. Şarkıları otobüsle konsere giderken çalıştım. İlk konserde bir hata bile yaptım ve bu kadar basit bir hata yaptığım için kendimi hiç affetmedim. Grup benden memnundu ve her konserde daha iyi çalmaya başladım, yaptığımız müzik de hoşuma gidiyordu. Ardından 9 ay süren turlar, kayıtlar ve yeni şarkılar… 9 ay içinde bu gruptan öğrendiğim şeyler sadece benim çalışımı değiştirmekle kalmadı, kafamdaki düzenleme anlayışını da kökünden değiştirdi.

Muhteşem yerlerde sahne aldık. 3 kez Londra’daki Marquee Club’da çaldık. Bir keresinde LBC radyosunda canlı olarak yayınlanan bir programa çıktık (sunucu benim değil eski klavyecinin adını söylemişti, buna hâlâ kızarım). Ayrıca 2 büyük müzik festivalinde, Glastonbury ve Reading’de sahne aldık. Glastonbury’de yaşadığım bir olayı hâlâ unutmam.

Konser alanında gezinirken birisinin bizim (ve tabii diğer grupların) korsan kaset kayıtlarını sattığını gördük. Elemanın yanına gidip bizim kayıtlarımızı sattığını söyledik. Önce bize inanmadı, sonra kaset kapağına koyduğu fotoğrafa baktı ve hepimizin yüzünü teker teker inceleyip fotoğrafla karşılaştırdığında ikna oldu. Bütün kasetleri bize vermekten başka çaresi kalmamıştı.

Peki, tüm bunların bu ayki şarkı ile ne alakası var?

Grupta çaldığım süre boyunca yeni albümümüzde yayınlamak üzere bir sürü yeni şarkı yapmıştık. Bu şarkılardan biriydi “Rise” ve aslında benim en sevdiğimdi. İnternet öncesi dönemleri düşünün, yeni şarkıları konserlerde çalmaya başlıyorduk ve hayranlarımız bu yayınlanmamış şarkıları bir sonraki konserde hep bir ağızdan söylüyordu. Reading festivalinde ön sıranın yayınlanmamış Rise şarkısına nasıl eşlik ettiğini hiç unutmuyorum. O zamanlar bu bana inanılmaz gelmişti.

12 Şarkı 12 Hikâye serisi sırasında hayatımın bu bölümünün hikâyesini anlatmak istedim. Bunun da en iyi yolunun müzik hayatım boyunca yazılmış şarkılar arasında en sevdiğimi kaydetmek olduğunu düşündüm. Natural Life olarak tekrar bir araya gelip o dönemde yazdığımız şarkıları kaydetmek hâlâ çok istediğim bir şey. Natural Life’ın kendi adını taşıyan ilk albümü ile ilgileniyorsanız Spotify’dan dinleyebilirsiniz. Belki de bir gün tekrar bir araya gelip ikinci albümü yaparız.

Natural Life ile geçirdiğim zaman diliminde hep iyi anılar biriktirdim. Ancak ne yazık ki 1992’nin ilk 9 ayından sonra her şey bitmişti. Bizim kontrolümüzde olmayan bazı durumlar yüzünden grup devam edemeyecek duruma gelmişti. İstemeyerek de olsa gruptan ilk ayrılan ben oldum. Benden sonra grup sözleşmeleri gereği birkaç kez daha sahneye çıktı, başka çareleri yoktu. Bu benim büyük şirketlerle olan ilk olumsuz tecrübemdi o günden bu yana düşüncelerim değişmedi. Bu yaşadıklarım sayesinde emin olduğum şey o insanların müziğe karşı olduklarıydı. Oysa Zappa’nın da dediği gibi “en güzeli müzik”.

Yani, düşüncemin Türkçe altyazısı: Şirketlerin canı cehenneme!

2020’nin ilk günlerine, virüs gündeminin hemen öncesine gelelim. Gruba bir yardım konserinde sahneye çıkma teklifi geldi. Dönem dönem hep bir araya gelme konusunda konuşurduk ama her zaman içimizden biri çeşitli sebeplerle hayır demişti ama bu sefer ilk defa hepimiz birden evet dedik. Onca yıl sonra tekrar bir arada çalacaktık. 17 yaşındaki kızım beni ilk defa sahnede göreceği için heyecanlıydı. Aslında hepimiz sanki ilk defa sahneye çıkacakmış gibi heyecan içindeydik ve bir araya gelip prova yapmaya hazırdık. Sonrası bildik hikâye, kendimizi pandeminin ortasında bulduk ve tekrar birlikte çalma hayalleri şimdilik ertelendi.

Ancak bu hikâye burada bitmiyor, devam edecek…