Gelişim platformunda yapılan açıklamada; Türkiye’de son dönemde yaşanan tartışmalara atıfta bulunularak, 293 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Kıbrıs için Osmanlıca aynı derecede devlet politikası haline getirilmelidir" Evkaf dairesinde ki belgeler bizim için hayati önem taşımaktadır. Bu belgeleri okuyabilmek için kendi içimizden bilim adamları yetiştirmeliyiz, birçok insan dedesinden kalan bir tapu senedini, bir mezar taşını, bir kitabı okuyabilmek istiyor." 'Köklerimize gitmek için Osmanlıca Şart' denildi.

 

Osmanlıca nasıl bir dil?

- Osmanlıca teriminden belki işe başlamak lazım. Osmanlıca terimini biz genellikle Osmanlı Türkçesi olarak kabul ediyoruz. Osmanlıca denilince insanların zihninde 3 dilin birleşmesinden, karıştırılmasından oluşmuş adeta yapay ve öğrenilmesi neredeyse imkansız bir dil gibi algılanıyor. Bugünkü dilimizden ayrı, bugünkü dilimizden kopuk bir zamanlar konuştuğumuz sonradan ortadan kalkmış değil. Osmanlı Türkçesi demek lazım. Peki Osmanlı Türkçesi nedir? Osmanlı Türkçesi eğer bilimsel bir ad koymak istersek dilimizin tarihsel bir döneminin adıdır. Bu tarihsel dönem nereleri kapsıyor; diyelim ki Osmanlı'nın kuruluşundan 1928 yılına kadar, hatta 1930'lara 1932'lere kadar olan dönemi kapsıyor. Kelime kadrosuyla, alıntı unsurlarıyla, yerleşik tabirleriyle o dil türlü dönemler geçirerek 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar ulaşmıştır. Dil tabii yaşıyor, ortadan kalkmadı.

 

Peki neden Osmanlıca diye bir tabir kullanıyoruz?

- Bu iki farklı Türkçeyi ayırma ihtiyacından doğmuş. Osmanlı kendi diline ne Osmanlıca demiş ne Osmanlı Türkçesi demiştir. O kendi diline hep Türkçe demiştir. Bugün halkın dilinden ne kadar da kopuk dedikleri Veysî gibi isimlerin eserlerine bakın onlar bile 'Lisan-ı mader zadım ile yazdım' der.

 

 Yani Türkçe ile, anadilim ile yazdım der. Dillerini hiçbir zaman başka bir adla adlandırmadılar hep Türki yani Türkçe olarak adlandırdılar, başlangıçtan itibaren. Peki Osmanlı Türkçesi tabiri nereden çıktı? 19. Yüzyıla gelindiğinde dünyada iki büyük Türkçe var. Bunlardan birisi Doğu Türkçesi-Çağatay Türkçesi de deriz- Ali Şir Nevâi'nin kurduğu yazılı bir dil olarak da düşünebiliriz. Diğeri de İstanbul merkezli Batı'da kullanılan, kültür hayatımızda ve devlet yönetiminde kullandığımız  Batı Türkçesi. Bunları ayırt etmek için bilhassa Batılı Türkologlar birine Osmanlı Türkçesi, diğerine de Çağatay Türkçesi dediler. 19. Yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan kimlik arayışlarında biz kimiz sorusu sorulmak zorunda kalındığında bu sorunun cevabı olarak, "biz Osmanlıyız" cevabını verdi bazıları. Daha önce biz sadece müslümandık. İçimizde gayri mislim unsurlar da vardı elbette. Gayri Müslim azınlıklar Arnavutlar, Boşnaklar (vb) bağımsızlık peşinde koşmaya başlayınca biz kimiz sorusu kaçınılmaz oldu. Bazı aydınların ortaya attığı Osmanlıcılık diye tabir edilen fikri görüş kimlik cevabıydı. 'Biz Osmanlıysak kullandığımız dilin adı da Lisan-i Osmani'dir karşılığı geldi. Bu Batılı oryantalistlerin Osmanlı Türkçesi deyimine de denk geliyor. İlk önemli sözlüklerimizden birisi Lehçe-i Osmani'dir. Ahmet Vefik Paşa'nın. Ahmet Vefik Paşa Türkçülük akımının da ilk kurucularındandır. Ama dikkat edin Lisan-i Osmani demiyor, Lehçe-i Osmani diyor. Çünkü bir de Lehçe-i Çağatayi var.

 

Neden böyle bir ayrım yapılmış, peki?

- Sonra bu Lisan-i Osmani halini aldı. Tabii bir süre sonra tepkiler gelmeye başladı. Dilin adı Hanedan'ın adıyla anılır mı diye. Osmanlılar değil de Karamanoğulları Türkiye Devletini kursalardı dilin adı Lisan-i Karamani mi olacaktı? Lisan-i Germiyani mi olacaktı, Lisan-i Selçuki mi oldu? Hayır. Kurucu unsurun adı neyse, bu milletin adı neyse o olmalı. Bu da Türktür, demek ki dilimizin adı Türkçe'dir. Şemsettin Sami'nin sözlüğünün adı Kamusi Türki. Dilimizin adı Türkçe'dir diye de söyledi. Osmanlı Türkçesi de desek Osmanlı dili de desek suni yapay bir terim kullanmış oluyoruz. Biz Tarihsel bir dönemi anlıyoruz. Arap harfleri ile yazılan bizim Anadolu'ya girişimizden 1930'lara kadar devam eden bir dönem diyebiliriz. Osmanlıca dediğimiz zaman aklımıza gelen de anlamadığımız bir sürü kelime. Nedir bunlar; Arapça-Farsça kelimeler. Tabirler, kalıp sözler, ifadeler, tamlamalar, makam mevki isimleri gibi...

 

Birçok insan için de yazı, alfabe yani. Anlamadığımız, çözemediğimiz, birçok kelimesini son 60-70 yılda unuttuğumuz dile bugün okumuşların çoğu Osmanlıca diyorlar. Oysa Osmanlıca apayrı bir dil değil ama söz varlığı itibariyle içindeki alıntı unsurlar itibariyle, Arapça-Farsça tabirlerin çok olması itibariyle bu şekilde dillendiriliyor

 

Bugün alınan eğitimle Osmanlı Türkçesi'nin ne kadarını anlayabiliyoruz?

- Biz yüzyıllardır kullandığımız bazı kelimeleri attık ve adeta unuttuk. Çok sade olmasına rağmen bugün sıradan bir lise öğrencisi ya da avukat veya doktor bu sadeliğe rağmen Evliya Çelebi'nin eselerini bu yüzden anlayamayabilir. Bütün bu unutuşun ardından bu metinleri anlamak zor geliyor. Bırakın Evliya Çelebi'yi 1940'lı yıllarda yayınlanan Cumhuriyet Gazetesi'nin manşetlerine bakın günümüz gençleri çoğunu anlamaz. Refik Halit'i, Ömer Seyfettin'i hatta Haldun Taner'i anlayamazlar. O zaman sorun eserde kullanılan dil değil, bizim bugün o metinlerin diline olan tutumumuzdadır. Veya eğitimimizden kaynaklanıyor. Evliya Çelebi'den çok daha sade metinler var. Kime yazdığınıza göre... Yazarı bu metni kimin için yazdı? Halka mesela dil öğretmek için, nasihat etmek için yazılmış bir metinde veya halka tıp bilgisi vermek için yazılmış bir metinde gayet sade adeta bugün de anlaşılabilir bir dil bulursunuz. Halktan gelen, Karacaoğlan gibi, Aşık Ömer gibi sanatçıların dili büyük ölçüde halkın dilini aksettirir. Okumuşların dilinde biraz daha alıntı unsurlar artar ve zenginleşir. Ama bunlar zenginleşince ifade kabiliyetimiz de zenginleşiyor. Tarih, dini, seyahat metinleri, yalın sanat gayesi gütmeyen metinlerin hepsinin anlaşılabilir olduğunu söyleyebiliriz. Bugün de biraz gayret etmekle bu metinleri anlamamız mümkün.