Melih SULAR

“Ah Luricina ! Elimde bulunan görüntü resmedicisini aralanmış kapı arkalarından süzülen ışıklarınla boyarken, güneşin yaşamınla beraber terk ettiği ve zor zamanları geçirmiş topraklarınla yıkanan hayatını yazmam için bir kez daha ajandamı açtırtıp, kalemi ve kâğıdı dost yaptırdın bana.

Oysaki tüm kırık dökük evlerin kaldırım taşlarına bastırıp, tozlu raflarını karıştırtıp, kilitli kapılarının arkasındaki yazılmamış hikâyelerini dile getirmiş, yazmam konusunda ise hiç yalvarmamıştın bana.

Evet, beni içine esir alan tüm şehirler bir yana dursun, yazmalıyım olgusunu çok farklı bir tondan hissettirdin ya bana… Bu sefer biraz daha özenmeliyim galiba…

Ah Luricina ! Yüzüme bakan renkli gözlerin ikram ettiği zivania’yı içtirip, yalnızlığa dem vuran kahvecinden acı kahve ikram ettin. Akan tarihin çeşmelerini, terk edilmiş okulun izlerini, sokaklarını, sokak aralarını ve onların ayrımlarını hissederken, kulaklarıma getirdiğin onca duyulmamış sesinle ve yaşanmışlığın uzunca süre ara vermiş olduğu binlerce çürümüş kalıntınla beni içine hapsettin.

 

Bir yanı kırık, diğer yanı yaşayan köy, Ah Luricina!
Çok sık “Ah Luricina “ dedim. Çünkü mistik bir şarkının ya da şiirin izlerini bulmuş gibiyim. Ve anbean Luricina adıyla söylenecek bir şarkının ya da yazılacak bir bestenin ilk mısrasıyla yıkanıyor olmalı beynim. Dilimdeki bir türküde değil, ezgisini kaybetmiş azımsayamadığım suskun bir melodi galiba.

Ah Luricina ! Işığın ve yaşamın terk ettiği, zor zamanların geçtiği ve izlerinin lime lime tozlu odalara saklayan üç yanı kapalı, ucu açık kısmında ise oğlakların, kuzuların ninnileriyle, balya balya samanların kokusunu harmanlayan yalnız topraklar…

Kimliğini zamanın sıkıştırdığı binlerce doğmalara, ölmelere bezemişken, tüm ılık hikâyelerini yaşadığı göçlere rağmen, tozlu ve küf kokan duvarlarına yazan köy.

Evet, Luricina yaşanmışlığın hemen ertesinde bırakılıp gidilen fakat gidenlerin arkalarında bıraktığı kalanlarla apaçık sürecek bir hayat. Beklide tüm somut kanıtlarıyla yok olmaya, kaybolmaya terk edilmiş mavinin, sarının ve yeşilin hikâyesi.”

Bu seferki yazıma, her zaman yaptığımın tam aksine tırnak işaretleri içine aldığım kalın puntolu hikâyemle başladım. Kendimi öteleyemememin sebebi ise şu olmalı; Bir an evvel şairin dışa dönüm vakti geldiğinin farkına varması ve hissettiği andaki kelimelerini dışa atıvermekti. Evet, Luricina’yı bir şehrin hikâyesini yazar gibi değil de bir şarkının sözlerini, bir şiirin mısralarını yazmak gibi düşündüm. Kelimelerin ne kadar kifayetsiz kaldığını hissetmenizi istedim beklide…

Başka hayatların gizlendiği yaşanmışlıklar her zaman ilgimi çekmiştir. Duvarlardaki afişler, terk edilmiş tozlu eşyalar, kuş pislikleri, çatlaklar, çürümüş pencereler ve kapılarıyla yaşanmışlığın birer mimarı gibi durması bunlardan sayılabilir. Eski kilitleri zorlayıp da kapalı kapıları aralanmış küf kokan evlere girmeye başladığınızda hikâyelerinizde sizinle tam orada başlar. Güneşin çürük tahta aralarından akarcasına yıkadığı o tarih size hiç yaşayamadığınız beklide yaşamaya hiç fırsatınız olamayacak bir hayatı açık bir şekilde sunar.

Girmiş olduğunuz meskendeki eski kırık bir sandalye, terk edilmiş tozlu masa, çalışmayan siyah beyaz televizyon, terk edilmişliğin büyük birer simgesi gibi karşınıza çıkar.

Güvercinlerin gurlamalarıyla başlayan kanat çırpmaları, hatta onların tozu dumana katan çırpınışları pencereden akan ışığı belirtmesi yok mu, işte sizi sizden götürecek olur.

Güneşin pencereden içeri sızmış olması ve hemen ardından tüm duvarları dolaşarak eski eşyalara takılması ise içine bir mesaj gizliymiş gibi aklınızda birçok hayat öyküsünü canlandırıverir. Buda gezmiş olduğunuz terk edilmiş insanlar topluluğunun odasındaki tüm terk edilmişliklere bakmanıza ve pencerenin perdesinden süzülen bir o kadar kirli mi kirli desenlere tıpkı benim gibi hayat vermenize sebep olur.

Evet, Luricina’ya gittiğimde koca bir manzaraya bakakalmıştım tek başıma. Bu yüzden ki nefesim tutuk kalmış, gözlerim fal taşı gibi olmuştu. Hâlbuki dünyanın en güzel gözleri eşeklerinmiş derlerdi. İnanmayın siz sakın! Ben o kadar şaşırmıştım ki. Onu diyen boş konuşmuş dedim kendimce. En güzeli Luricina’lıların maviye ve yeşile çalan iri renkli gözleri diye düşünmüştüm o an.

Geçmişe döndüğümde ise şunu fark ettim. Küçük düşünüşlerim şu an aklımda. Parmaklarım harflere oldukça hâkim artık. Cümleler kelimelerimle ziyafette olmalı. Dilimden akacak her harfin gördüğüm kaybolmuş hayatlardan yansıması ise son derece doğal.

Oncadır geziyorum çünkü. Farklı mekânlarda, farklı insanların, farklı hayatlarıyla doldurmuş olmalıyım kendimi. Her yaşanmışlığımı, farklı yaşanmışlıklarla karıştırıp farklı hikâyeler türetmem sürekli bu yüzden olmalı. Luricina’yı bu denli yazmak istememin sebebini ise içinde kaybolmuş yüzlerce hayatı gizlemesinin vermiş olduğu meraktan kaynaklandığını düşünüyorum.

İşin ilginç kısmı ise bu köyle ilgili çok detaylı bir araştırma yapmış olmamam. Bende bulunan tek somut bilgi için sadece şunu söylemeliyim. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin eski adı Luricina olan ve yeni ismi Akıncılar ile hayat bulan ya da hayata tutunmaya çalışan mistik bir köyü.

Her zaman demişimdir. Hayatın simgesi yaşamdır. Yaşanmışlık neredeyse rotanızı oraya çevirin. Hikâye mi? O zaten sizi bulur…