Aklın özgürlüğünü, yalnız seyahatlerde yakalayan genç bir kadının, olası herkesin başına gelecek bir olayı, kendi yaşamında nasıl büyük bir güce çevirdiğinin hikâyesi… İçerisinde biraz macera, biraz da inat var.

“Mucize değil, cesaret. Bazen zararını da görsem, inat hayatımın bu parçasında kazanç oldu. Ancak, en önemlisi inandım. Dünyayı ben idare edermiş edasıyla, sonsuz bir gücü içimde hissedip, imkânsızı başardım… Dedektif değilim, olabilirdim... Dilim ve aklım sessizleştiğinde hislerimle konuşurum, onlar ne yapmam gerektiğini söylerler… ”

Misli KADIOĞLU

 

Tatil planlarına başlamıştım… Ancak bu kez Avrupa ülkelerinden farklı bir rota belirlemeliydim. Uçak bileti sitelerinden Havalimanları isimlerine bakmaya başladım. “Belgrad” görünce, Belgrad Ormanları dışında farklı bir Belgrad hakkında internet üzerinden arama yaptım. Tamam tamam coğrafya bilgim pek iyi değil…
İlk karşıma çıkan fotoğraf bir nehrin kenarında bulunan bir bottu. Daha sonra fotoğrafı daha detaylı inceledikten sonra “Burası da neresi?” diyerek fotoğrafın kaynağı olan siteye yöneldim. Klub Kej adında bir yerdi. Nehrin üzerinde ağaçların arasında, muhteşem huzur ve dinginliği çağıran rüya gibi ve aslında tam da ihtiyacım olan bir sakinliğin adresiydi. “Buraya gitmeliyim” dedim kendi kendime. Ve anında, çok fazla kafamı karıştırmadan o gün Klub Kej’den yerimi ayırttım.
İlerleyen günler için ise şehir hakkında araştırmalarımı sürdürmeye başladım. “Bosna Hersek- Sırbistan” savaşı dışında neredeyse Sırbistan ve Belgrad hakkında hiçbir fikrim yoktu. Türkiye vatandaşlarına vize istemediği için birçok Türk’ün uğrak noktası durumundaymış Sırbistan ve Belgrad. Bu şehir hakkında, gerek Türkçe gerekse İngilizce birçok yorum ve bilgiye ulaşmam hiç de zor olmadı. Yalnız bir tatil için uygun bir rota gibi görünse de Sırbistan’a gideceğimi söylediğim hemen hemen herkesten tepkilerle karşılaştım.
“Bula bula da Sırbistan’a mı?”, “Ne işin var orda?”, “Sırbistan????, Onlar Bosnalı’ları öldürdüler. Ruhlarında katillik var”. Hatta bugüne kadar yalnız çıktığım yolculuklarda, benim için endişelenmeyen, ya da endişelenmişse bile bunu iyi gizleyen babam bile, yapacağım bu yolculuktan korkmuştu…
Yine araştırmalarım sırasında, internetten bir grup gencin Belgrad’a giden ziyaretçilere günü birlik turlar düzenlediğini gördüm. “Eğlenceli olabilir” diye düşündüm. Yeni insanlar, yeni mekanlar tanımam için bir fırsat da olabilirdi. Onlara bir mesaj atıp, Belgrad’a gideceğim tarihleri belirtip, turlarıyla ilgili bilgi istedim. Uros’un mesajımı yanıtlaması uzun sürmedi. Ardından da 4 günlük Belgrad tatilimin ilk günü için planı yapmış oldum.
6 Mart 2014’te önce Türk Hava Yollarıyla Ercan-İstanbul, ardından da Belgrad’a doğru yol aldım. Neredeyse hiç hayal etmemiş gözümde gideceğim şehri canlandırmamış hatta çok da fazla şehirle ilgili fotoğraflara bakmamıştım. Benim için daha heyecanlı ve daha sürpriz olmalıydı. Tabi bu da beni biraz daha endişelendiriyordu. Küçük bir hava limanına iner inmez dışarıya çıkmak için yönlendiğimde taksiciler dışarıda bekliyordu.


Hava kapalı ve yağmurluydu. Yine araştırmalarımda “Taksiciler”e dikkat edilmesi yönünde uyarıları  bulunuyordu. Birçok turisti kazıkladıkları yönündeki uyarılar aklımın bir köşesindeydi.
Yaşlı bir taksici pişmiş dercesine gülerek yanıma yaklaşıp, çat pat bir İngilizce ile taksi isteyip istemediğimi sordu. Zaten şaşkın ördek gibi, mahsun mahsun etrafıma bakınmamdan da anlamış olmalıydı. “Evet” dedim ve park yerine doğru yürümeye başladık.
Tabii sorular da beraberinde geldi. “Nerelisin?, sorusunun ardından “Kıbrıslıyım” deyince daha da uyanan ilgiler ve hemen Rumca birkaç kelime. “Yok yok ben Türk’üm, Kuzeyden” deyince de sohbet devam etti.
Yaşlı taksici yol boyunca benimle sohbet ederken, evli olup olmadığımı sordu… Bekar olduğumu söyleyince de “Ben de ne yazık ki 50 yıldır aynı kadınla aynı yatakta yatıyorum” diyerek espri de yaptı. Neden Belgrad’a geldiğimi sordu. “Karanlık, kalabalık bir şehir… Hiç güzel değil…” dedi.
Neyse bu ve buna benzer muhabbetlerle birlikte, kalacağım yeri aramaya başladık.
Kapalı, karanlık, sisli bir gündü, öncesinde de belirttiğim gibi… Ve koskoca bir parkın önünde duran taksici, kalacağım yeri işaret etti. Park’tan yürüyerek geçip, nehrin kıyısında konuşlanmış botu gösterdi. Nehrin kıyısında, koskocaman ağaçlar, sokak köpekleri, ördekler, arasından geçerek Klub Kej’e vardım. İki Sırp kadın beni sıcak bir şekilde karşılayarak odamı gösterdiler. İngilizce bilmiyorlardı. Ancak, işaret diliyle anlaştık…
Odama vardığımda, öncesinde fotoğraflarda gördüğüm nehre açılan penceresi olan küçücük bir kamara olduğunu fark ettim. Ancak tertemizdi… Ve bana yeterdi. Biraz da olsa rahatlamıştım. Bana kahve içip içmeyeceğimi sordular. Ve ardından da irice bir fincan Türk kahvesini odama getirdiler. Harika bir duyguydu. Sonraları Osmanlılar’dan oldukça etkilenen Sırpların da Turka Kafe içtiklerini öğrenecektim. Öncesinde Uros’la buluşmak için anlaştığım için apar topar odadan çıkıp, şehir merkezine otobüsle nasıl gideceğimi sordum. Neredeyse 7 dakika içerisinde şehir merkezine vardım. Her ne kadar buluşma noktasını bulmam uzun sürse de rehberim Uros’la buluşup dolaşmaya başlamak muhteşem bir duyguydu. En güzel restoranları, tarihi noktaları adım adım dolaştık… Sıcak, içten saygılı ve biraz da yaramaz olan Uros, Sırbistan maceramın en büyük şanslarından biriydi, Klub Kej ailesiyle birlikte…
İlk gece de biraz tedirgin geçti. Şehirden odama dönüşte koskocaman ve kapkaranlık park beni ürküttü… Yağmur yağıyordu. Odaya gittikten sonra da, zifiri karanlık parkı geçip yeniden şehre dönmek istemedim. Cesaretli olsam da, henüz tanımadığım bir ülkedeydim ve yalnızdım. Kontrollü olmak zorundaydım. Tatilimin ikinci günü de hızlı başladı. Uros’un bana gösterdiği yerleri bu kez yalnız teker teker yeniden keşfetmek heyecan vericiydi. Ve daha birçok güzellik, birçok tarihi yer keşfetmenin heyecanı.
Önceden öğrendiğim metroların ücretsiz olduğu yönündeyse de ilk binişimin keyfi, güvenlik görevlisi tarafından yakalanıncaya kadar sürdü. İlk önceleri, aptala, dilsize yatıp bilet almamamı normalleştirmeye uğraşsam da pek bir özür sayılmayınca görevliye 30 Euro ceza ödemek zorunda kaldım. O günkü zararım bu kadarla bitseydi her şey daha farklı olacaktı…
Yorgunluktan bitkin bir halde, gideceğim yere 6-7 Euro tutacağını bildiğim taksilerden birine bindim. Küçük lacivert bir taksi, esmer 40’lı yaşlarda bir taksici… Gideceğim adrese kadar İngilizce sohbete başladık. Neden gelmiştim? Yalnız mı gelmiştim? Club’lara gitmiş miyim? Gitmek ister miyim? vs… Dikiz aynasından gözlerini, bakışlarını, konuşurken ağzının oynayışını, mimiklerini inceliyordum…
Daha sonra, bizim karanlık parkın önüne geldik. Israrla o parkın tekin bir yer olmadığını söyleyen taksici, bana adresin bende yazılı olup olmadığını sordu. Tatile gitmeden tam bir gün önce aldığım Samsung Galaxy Note 3 marka telefonumu ona uzattım. Adrese baktı. Bu arada benden normalde ödemem gereken taksi parasından çok daha fazla, 1200 dinar istedi. Biraz panikledim, biraz değil, itiraf etmeliyim ki çok… Kazıklanıyor olduğumu anladım ancak kapkaranlık bir parkın ortasında, in cin top oynayan bir yerde, her halde itiraz etmemeliydim… Derken, bir ayağım taksiden dışarıda, bir ayağım içeride, taksiciye, henüz daha yabancısı olduğum dinarları sayıp uzatır uzatmaz…
Ben dışarıya savrulmuş vaziyette taksici ise son sürat uzaklaşır durumdaydı. Şoktaydım. Neden kaçmıştı ki bu şekilde? Ne acelesi vardı? Derken… Saniyelik düşüncelerin ardından cep telefonumun onda kaldığını anladım. Çantamı yere döküp, belki bir ihtimal yanlışlık olmuştur, telefon çantamdadır diye düşünürken bir yandan da henüz daha 3 gün önce aldığım ve bir yıl boyunca taksitini ödeyeceğim telefonun artık çalınmış olduğunu kabul etmeye çalıştım. Koşarak Klub Kej’e gittim. Telefonumun çalındığını söyledim, taksi şirketini bilmiyordum. Plaka alamamıştım.
Yalnızca, küçük lacivert bir taksi ve çirkin 40’lı yaşlardaki taksicinin yüzü, mimikleri ve ses tonu dışında bir şey bilmiyordum. Klub Kej’dekiler benimle inanılmaz sıcak ve samimi şekilde ilgilendiler. Klub Kej’in menejeri Maria’yla birlikte karakola gittik. Polisler bizdeki gibiydi, karakol da neredeyse aynı. Tek bir fark, dilleriydi. Neyse, anladığım kadarıyla durum vahimdi. Bana “Pasaportun ve cüzdanının yanında olmasına şükret” dediler. Plakayı ve şirket ismini alamadığım için de telefonumun o anda bulunma şansının olmadığını söylediler. IP numarasından takip edeceklerini vs… bir şeyler anlattılar, durum umutsuz görünüyordu. Moralim çok bozuktu.
O akşam uyumadım. Tatil parasından fazla değere sahip olduğum telefonuma üzüldüğüm gibi, dikkatsizliğime kızdım. Ancak en çok da “aptal yerine” konmaya ve hakkımı başkasının haksız yere yemesine…3’üncü gün saat 7:00’de evden çıktım. Tatilim bitmişti, göreceğimi görmüştüm. Ve o telefonu bulacaktım. Kararlıydım…3’üncü günüm sabahın erken saatlerinden gecenin geç vaktine kadar, taksiye bindiğim yerde beklemekle geçti. Belki de yüz defa taksilerin durduğu caddede bir aşağı bir yukarı gittim. Taksicilerden iyi yüzlü efendi bir taksiciye durumu anlattım. Şaşırdı, o bölgede kaçak taksicilerin de durduğunu, ancak eninde sonunda o taksicinin oraya geleceğini, akşam saatlerinde oraya tekrar uğramamı söyledi. Olmadı. Bulamadım. Ancak o taksiciyi bulacağımdan, telefonumu geri alacağımdan o kadar emindim ki…
Taksicileri gören bir açıdaki, kafe ve restoranlarda oturup bekledim. Tatilimin 4’üncü gününde Uros’la görüştük… 8 Mart’tı. Önceden beni Red Star’ın Futbol maçına götüreceğini söylemişti… Ona durumu anlatınca çok üzüldü. Ve o gün beni mutlu edebilmek için uğraştı. Espriler yaptı ve bana bir şey olmadığı için şanslı olduğumu düşünmemi istedi. Hatta şöyle bir de benzetme yaptı. “Ya o taksici telefonunu pencereden atıp, sen aracın içindeyken hızlıca uzaklaşıp kaçsaydı?”…O gün içim hiç rahat olmamasına rağmen yeni arkadaşlarımın, birlikte maç izlemenin, tatilde olmanın, yabancı bir ülkenin tadını çıkarmaya çalıştım… Maç izledim. Maçta küfrettim… Olmadı. O taksiciyi bulabilirdim… “Burası Belgrad… Koskocaman bir şehir…” deseler de bulacaktım…
Ve, tatilimin son günü geldi çattı. Son ana kadar taksiciyi aramakla geçirmeyi planladığım için eşyalarımı toparladım ve taksicilerin durduğu caddenin üzerindeki restorana oturdum.
Saat 9:00’dan saat 16:00’ya kadar…Saat 18:00’de havaalanına gitmek için yola çıkmam gerekiyordu…
Diğer beklediğim saatler gibi gözümü yoldan ve taksilerden ayırmadım. Dediğim gibi zamanım dolunca restorandan çıkıp sol tarafa doğru otobüslere gitmek için yol aldım… Ancak sağ tarafta taksiciler yol boyu durduğu için son bir kez de yukarıya dönmeye karar verdim. Son bakışımdı… Ve ümidim neredeyse tükenmişti…
Ve onu gördüm! Oydu… Terlemeye, titremeye başladım. Soluğum kesildi. Çantamdan eski telefonumu çıkarıp da uzaktan fotoğrafını çekmeye çalıştım. Çok zorlandım… Ellerim titrerken, diğer yandan şarjım bitti. Apar topar restorana koştum. Avazım çıktığı kadar bağırarak, bana yardım etmelerini, hırsız taksiciyi bulduğumu, arkadaşımı aramam gerektiğini, polis çağırmam gerektiğini, bana telefon vermelerini söyledim. Panik içinde… delirmiş gibi… Şokta… Bana uzattıkları telefonun tuşlarına basamayacak kadar, gözleri göremeyecek kadar heyecanlıydım… Yardımcı oldular Maria’yı aradık. Ona durumu anlatmaya çalıştım. Maria şehir dışında olduğunu ancak polislere haber vereceğini söyledi. Bu arada tüm cesaretimi toplayarak taksicinin yanına gittim. Karşısına dikildim… O sırada yanında iki taksiciyle sohbet ediyordu. Konuşmalarını bölüp bana bakmaya başladılar. Yanındaki genç ve çok uzunboylu olan bana “Ne istiyorsun?” diye sordu. Bense taksicinin gözlerine odaklandım. “Beni tanıdın mı?” diye sordum…”Hayır” dedi. Ciddi bir yüz ifadesiyle… Durumu panik içinde anlatmaya başladım. “Bu adam beni bu adrese götürdü. Adrese bakmak için telefonumu aldı. Benden şu kadar da para aldı. Telefonumu alıp kaçtı. Bana telefonumu geri versin…” dedim… Sonra ona döndüm. “Üç gündür seni bekliyorum. Bana telefonumu ver” dedim.
Sonuç şu, polis gelmedi, taksici beni tanımadığında ısrar etti. Bölgedeki zabıtalar da bu duruma bir şey yapamadı. Diğer taksiciler arkadaşlarını kayırdı. Ve benim, artık zamanım kalmamıştı… Oradan ayrıldım.
Club Kej’dekilere, “Sizlere hem üzücü hem de sevindirici haberim var” dedim. Heyecanla ne olduğunu sordular. “Sevindirici olan inanılmaz ama ben taksiciyi buldum. Onun fotoğrafını da çektim. Üzücü olan telefonumu alamadım ve şimdi gitmek zorundayım” dedim…
Beni son kez karakola götürdüler, olanları anlattım, çektiğim fotoğrafları polise verdim. Polis bilgisayarda adamın kaydını çıkardı. Adı şanı oradaydı… Her neyse, dava açmaları için, adamı sorgulamaları için benim birkaç gün daha orada kalmam lazımmış…
Yorulmuştum. Bir an önce eve gitmek istiyordum. Evet, bir hayat dersi almıştım. O adamı bulmuştum. Mucizeydi. Yapa yalnız ufak tefek de olsam, hatta bazılarına göre, aptal, bazılarına göre zayıf bazılarına göre cesaretsiz olarak nitelendirilsem de kendime bir şeyi ıspatlamıştım. Önce inanmalı, sonra da savaşmalıydım. Orada olduğum için ve yaşadıklarım beni daha da olgunlaştırmış daha da güçlendirmişti… Yabancı bir memlekette, en az kendi memleketimdeki kadar sıcak, yardımsever ve iyi niyetli insanlarla tanışmıştım. 
Ve geri geldiğimden bir ay sonra, bir mail geldi. Telefonum bulunmuştu ve Maria bana telefonu gönderebilmek için adres bilgilerimi soruyordu… Telefonum bir hafta sonra da evime geldi…
Mucize değil, cesaret. Bazen zararını da görsem, inat hayatımın bu parçasında kazanç oldu. Ancak, en önemlisi inandım. Dünyayı ben idare edermiş edasıyla, sonsuz bir gücü içimde hissedip, imkânsızı başardım… Dedektif değilim, olabilirdim. Dilim ve aklım sessizleştiğinde hislerimle konuşurum, onlar ne yapmam gerektiğini söylerler…